TENCERE YEMEĞİ
“Ben
daha küçücükken annem başucumda bana Andersen’den masallar okurmuş; oyun
havuzumun içinde hep sağda solda kitaplar olurmuş. Önce dişleyerek, sonra
yırtarak ilişki kurmuşum kitaplarla… Sonrası malum zaten, okumak benim
neredeyse doğarken edindiğim bir alışkanlıktı, bir daha bırakamadım.”
Böyle
afili bir giriş yapamayacağım.
Ben
okumaya da yemek pişirmeye de mecburen başladım.
Evet
hatırlıyorum, ablamın bir Ankara ziyaretinde, akrabamız Ayşe abla (benden
dört-beş yaş kadar büyüktür) bana hediye olarak bir kitap göndermişti de bir
sömestr tatilinde onu okumaya çalışmıştım. Doğrusu pek zevk almadığımı hatırlıyorum.
Yasak savmak kabilinden okumuştum. Kitap, evimizin eski kitaplığında epey bi’
sürünmüştü sonraları… Oysa gayet sevimli bir kitaptı, kapağı güzel, sayfaları
gıcırdı. Aklımda hayal meyal kalan konusuna göre, Çalınan Tac olmalı.
Bir
başka başarısız okuma girişimim ise Kemalettin Tuğcu kitaplarından biriyle
olmuştu. Benden bir numara büyük ablam tam bir kitap kurduydu Ortaokul yıllarındayken.
Aramızda beş yaş var; ablam ortaokula başladığında ben ilkokula başlamıştım.
Benim ilkokul ikinci, en fazla üçüncü sınıfta olduğum zamanlar olmalı (sonrasında
ablam Lise’yi yatılı okumak üzere evden ayrılmıştı çünkü)… İlçenin o yıllardaki
tek iyi kitapçısı olan Cevdet amcayla bir anlaşma yapmışlardı. İki kitap satın
alıyor, sonra birini iade edip yerine yeni kitap alıyordu ablam. Böylece tüm
Kemalettin Tuğcu külliyatını yalayıp yutmuştu. Bir gün bana da okumam için bir
kitabını verdi Tuğcu’nun. Kitabı yarım bırakmıştım, çok acıklı gelmişti çünkü.
Bir daha hiç Kemalettin Tuğcu okumadım. Hiç.
(Kemalettin Tuğcu kitaplarını
sevmek/sevmemek üzerinden de pekala karakter tahlili yapılabilir. Onu da başka
bir yazıya bırakalım.)
Çocukluk
çağının en güzel zamanlarıydı. Mahallenin tüm çocukları sokakta saklambaç,
yakan top, dokuz taş oynadığımız günler. Baharda Savrun’a gidip çömçeli balık
yakaladığımız günler. Bazan kızlar olarak oğlanları lastik oyunumuza aldığımız;
bazen oğlanların bilye yarışlarına dahil olduğumuz günler. Dizlerimizin,
dirseklerimizin yara kabuğundan kurtulmadığı günler. Benim ne işim olurdu
kitaplarla?!
Oyun
çağında kitap okumak şehirli çocukların işidir. Oynayacak oyunun, bir sokağın
yoksa sığınırsın kitaplara… Ben bunu yıllar sonra, Ayşe ablanın bana gönderdiği
ilk ve tek hediye olan kitabı düşünürken anladım. Benim o yıllarda, bir
tanıdığa ya da bir arkadaşıma kitap hediye etmek aklımın ucundan geçmezdi. Hoş,
o yıllarda taşrada çocuklar birbirlerine hediye falan da almazlardı. Bizim
hediyemiz en fazla evden elimize tutuşturulan ekmek arası peynirin ucundan
koparıp uzatmak olurdu.
Sonra
Adana günleri başladı. Eski bir Ermeni Yetimhanesi olan yüksek tavanlı
okulumuzda, sınıfın tavanına sopayla jelibon yapıştırıp dersin ortasında
hocaların kafasına düşmesiyle eğlendiğimiz günler! Pelin, Ela, Şengül ve ben,
kendi çetemizi bile kurmuştuk. Bir yandan da hayatla ilgili sorgulamalar,
dünyaya ilişkin meraklarımız başlamıştı. Hakan yine ateşli konuşmalar yapıyor,
Çiçek hanımı çıldırtıyordu derslerde.
Sekizinci
sınıfa geldiğimizde Özal kabinelerini yakından takip ediyor, eğitim sistemine
dair iki lakırdının çok ötesinde iddialı cümleler kuruyorduk. “Niye yaratıldık?
Neden varız?” sorularına bulduğumuz cevaplarla varoluşsal tüm meselelerimizi
çözmüş artık dünyayı kurtarma kıvamına gelmiştik.
O
günlerde Günter Walraff’ın En Alttakiler’i
yıldırım hızıyla düşmüştü gündeme. Gazete haberlerinde okuduğumuza göre, Türk
işçi Ali’nin Alamanya gurbetinde
yaşadığı haksızlıklar içimize işlemişti. Ben de gidip kitabı almıştım. Baştan
sona büyük heyecanla okumuş, Ali’nin
kömür karası yüzündeki yorgunluğuna, yerin metrelerce altında işçi baretiyle
verdiği pozlarına defalarca dönüp dönüp bakmıştım. Günter Walraff’ın siyah
peruğunun altındaki ince yüzünü hala çok iyi hatırlarım.
İlk
satın aldığım kitap, gündemin en popüler konusuyla ilgiliydi.
Sonrası
malum, kitaplarla kendi sokağımı kurdum.
(Farkındayım, yemek pişirme kısmı eksik kaldı.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder