28 Mayıs 2015 Perşembe

Vira Bismillah!

Merhaba;

Sözün de bir kaderi olduğuna inanırım ben...
Kelimeleri yan yana getirip bir anlam yüklediğini iddia ededursun insanoğlu; söz, esasen kendi yatağını kendisi belirler.
Birkaç dakikadır bilgisayarımın ekranında harfler dans etmekteler... Nereden nasıl başlayacağımı tasarlayıp duruyorum ama her cümlenin sonunda başa sarıyoruz birlikte. Harfler bana kolay teslim olmayacaklar belli ki. Böyledir işte, söz kendi kaderini tayin etmek için olmadık zorluklar çıkarabilir.
Rivayet o ki, konuşmaya erken başlamışım... Hatta aile büyüklerinin anlattıklarına göre, epey afili cümleler kurarak başlamışım konuşmaya. O günleri hatırlamam mümkün değil kuşkusuz. Ama yazmaya nasıl başladığımı pekala hatırlıyorum.
Okumayı söker sökmez, bana mektuplar yazmaya başlamıştı kundaktaki yeğenim. Ben de kurşun kalemin çizgili parşömen kağıda düşürdüğü kocaman harflerle cevaplar yazıyordum. Mektubun sonuna "halan derya" notları düşerek üstelik... Evet evet, ilkokula başlayacağım yaz, ailenin ilk ikinci kuşak üyesi aramıza katılmıştı. Nasıl büyük bir ciddiyetle ve sorumluluk duygusuyla yazardım o mektupları... Ah! Çocukluk her şeyi gereğinden çok ciddiye almak değil midir biraz da? Büyükler oyun sanadursun çocukların yapıp ettiklerini; başka kim iki sandalye bir çarşafla koca bir ev kurduğuna inanacak ciddiyete sahiptir?
İkinci ders zili çalıp da uzun teneffüse çıktığımız zaman Mehmet Öğretmen elinde bir zarfla çıkagelirdi. Babamın arkadaşıydı. Her seferinde aynı replik tekrarlanırdı aramızda:

- Mektubun var Derya! Ama bana bir hediye alacağına söz vermeden vermeyeceğim zarfı...
- Şimdi söz veremem Öğretmenim. Ama büyüyünce alırım.
- Neden?
- Size hediye alacak param yok çünkü.
- Babana söyle o versin parayı; onun parası vardır.
- İyi de mektup babama değil bana geldi Öğretmenim. Neden babam alsın hediyeyi?

Mehmet Öğretmen, son cümlede kalın gözlüklerinin altından muzip bakışlarıyla bakar; sonunda kahkahayı koyverirdi. Ve bıkmadan usanmadan her mektupta aynı konuşmayı yapardı benimle...

İşte yazma serüvenimin başlangıcı böyleydi. Aynı yılın yazında ise bana mektup yazdığına inandığım veledi kundakta ve daha anlamlı tek ses çıkaramazken görünce şaşırmıştım. Oysa ben mektuplarımızı, mektuplarda yazdıklarımızı konuşmak için hasretle bekliyordum onun gelmesini... Hayret ve daha çok da hayal kırıklığıyla "Ama konuşamıyor ki daha, bana nasıl mektup yazdı?" diye sormuştum ablama... "Konuşamaz ama yazar!" demişti ablam ve ben inanmıştım.

Sonraki yıllarda pek çok kere konuştum, pek çok kere yazdım.

Her seferinde kelimelere neredeyse yalvararak başladım konuşmaya ya da yazmaya... Ah ben nasıl heyecanlanırım siz bilmezsiniz?

Yasemin olmasaydı, ben muhtemelen bir blog kurmayı erteliyor olacaktım.

Başladık bakalım... Vira Bismillah!