2 Mayıs 2016 Pazartesi

BAHAR YORGUNLUĞU

Fakültede öğrenciydim henüz.

Sırf merakımdan, bir çocuğun dünyaya gelişini görmek istemiştim. Nazımın geçtiği bir hastane ortamında, gerekli hijyen şartları sağlandıktan sonra beni de almışlardı ameliyathaneye. Yeşil örtünün altından bir çizgi şeklinde görünen annenin karnı, kat kat kesilmiş, artık neredeyse bebeğe ulaşılmıştı. İçeriyi kaplayan kesif kan kokusunun beni tutacağını henüz fark etmemiştim; başımın hafiften dönmesini ayakta beklemeye yormuş, hafifçe arkamdaki kalorifer peteğine yaslanmıştım. Ameliyat masasının başındaki tanıdık yüz, durumu fark etmiş olmalı ki, hemen dışarı çık demişti. Sebebini anlayamasam da, uyarıya uymuş, ayaklarımın altından çekilen zemini bulanık bakışlarla yoklayarak dışarı çıkmıştım. Kapının dışına adımımı atmakla, dünyam eski haline dönmüş, bulutlar dağılmıştı.

Bir iki dakika sonra güleç yüzüyle hasta bakıcı dışarı gelmiş ve “kan tuttu seni ya, gel hadi gel, bebek çıkarılmak üzere” diyerek tekrar içeriye davet etmişti. Biraz da endişeyle içeri girdiğimde, bebek, annesinin batnından çıkarılıyordu. Birazdan kesilecek göbek bağı, insanlığın ilk atasıyla son torunu arasındaki o uzun akrabalığı imlercesine, mor bir uzay yolu gibi uzanıyordu anneyle bebek arasında. Doktorun ellerinden yeşil örtünün üzerine düşen bebek, özenle kurulanmış, ilk çığlığına hazır hale gelmişti. Yanlış hatırlamıyorsam bir kızdı. Ben biraz kan tutmasının sersemliği, biraz dünyaya gelen bir bebeğe tanık olmanın şaşkınlığıyla gördüklerimi ancak çok sonraları yorumlayabilecek hale gelecektim.

Başka ameliyatlara da girdim izleyici olarak. İnsan bedeninin sarsıcı muhteşemliğine tanık olmak tuhaf bir tad bırakıyor zihinde…

***

Baharın yorgunluk sebebi olmasını hep ilginç bulmuşumdur.

Yeryüzünün tüm mevcudatıyla yeniden dirildiği, canlandığı bir mevsimin insana yorgunluk vermesi Tanrı’nın ironisi değilse nedir?

***

26 Haziran 1996 sabahı, gerekli olacağını düşündüğümüz her şeyi bir çantaya koymuş, yola koyulmuştuk üç kişi…

Hastane uzak sayılmazdı.

Doğum zamanı geldiği halde en ufak bir sancı vermeyen bebek, artık doktorların yapay sancısıyla dünyaya getirilecekti. (İlk bebekte de aynısı olmuştu. Doğması gereken zamanı neredeyse iki hafta geçmiş, plasenta hafif hafif çürümeye başlamıştı ve bebek bir türlü doğmamıştı. O da suni sancı verilerek doğurtulmuştu. Şaka sebebi olmuştu bu durum, “yeri rahat demek ki keratanın, hiç gelmek istemiyor” demiştik. Anne karnında vaktinden çok kalan çocukların –gelişimlerini artık tamamladıkları için- saçlarının uzadığını o zaman öğrenmiştim. Kuzguni siyah saçları omuzlarına dökülen, kapkara gözleriyle ışığı seçmeye çalışan bir bebek çıkmıştı karşımıza.)

İşte yine aynı şey oluyordu. Kardeş de, doğum vakti geldiği halde hiç işaret vermemişti. Randevu alınmış, ferah feza hazırlanılmış, hastanenin yolu tutulmuştu. Vardığımızda doğum ekibi bizi bekliyordu.

Ben refakatçiydim. Gördüğü her şeye, belki de doğacak bebekten daha acemi bir merakla bakan refakatçi…

Doğum odasına girdik. Sancı müdahalesi ve diğer gerekli hazırlıklar yapıldı. Annenin kısa aralıklarla gelmeye başlayan sancılara karşı sabırlı mukavemeti, burnumun direğini sızlatmaya başlamıştı.

Kaç Ayetel Kürsi okudum Allah bilir?

Doğurmanın yükünü çeken anneye destek olmam gerektiğini neredeyse tümüyle unutmuş; bir insanın en tabii haliyle doğmasını ilk kez izliyordum. Haşyetle…

Gözlerimin önünde bir mucize gerçekleşiyordu.

Upuzun kumral saçları omuzlarına dökülen bebek, işte artık aramızdaydı. Kolay bir doğum oldu diye sevinmişti herkes. Sedyenin üzerine serilmiş steril beze yatırdıklarında, çekik iki çizgi halindeki gözlerini daha açmamıştı. Bembeyaz vücudu plasenta sıvısıyla kaplıydı hala…

“- Öpebilir miyim? Bebeğe bir zararı olur mu?”
“-Hayır ama plasenta artıkları var üzerinde, bu halde öpmeyin. Rahatsız olursunuz.”
“-Peki.”

Yaklaştım ve yüzünü seyrettim uzun uzun. İnliyordu. Çok yorulmuştu, ağır ağır, derin derin inliyordu bebek.

Doğmak ne zor demek, diye geçirmiştim içimden. Doğmak ne zor…

***


Baharın yorgunluk sebebi olmasına şaşırmak sizce de tuhaf değil mi?