29 Aralık 2015 Salı

TENCERE YEMEĞİ

“Ben daha küçücükken annem başucumda bana Andersen’den masallar okurmuş; oyun havuzumun içinde hep sağda solda kitaplar olurmuş. Önce dişleyerek, sonra yırtarak ilişki kurmuşum kitaplarla… Sonrası malum zaten, okumak benim neredeyse doğarken edindiğim bir alışkanlıktı, bir daha bırakamadım.”

Böyle afili bir giriş yapamayacağım.

Ben okumaya da yemek pişirmeye de mecburen başladım.

Evet hatırlıyorum, ablamın bir Ankara ziyaretinde, akrabamız Ayşe abla (benden dört-beş yaş kadar büyüktür) bana hediye olarak bir kitap göndermişti de bir sömestr tatilinde onu okumaya çalışmıştım. Doğrusu pek zevk almadığımı hatırlıyorum. Yasak savmak kabilinden okumuştum. Kitap, evimizin eski kitaplığında epey bi’ sürünmüştü sonraları… Oysa gayet sevimli bir kitaptı, kapağı güzel, sayfaları gıcırdı. Aklımda hayal meyal kalan konusuna göre, Çalınan Tac olmalı.  

Bir başka başarısız okuma girişimim ise Kemalettin Tuğcu kitaplarından biriyle olmuştu. Benden bir numara büyük ablam tam bir kitap kurduydu Ortaokul yıllarındayken. Aramızda beş yaş var; ablam ortaokula başladığında ben ilkokula başlamıştım. Benim ilkokul ikinci, en fazla üçüncü sınıfta olduğum zamanlar olmalı (sonrasında ablam Lise’yi yatılı okumak üzere evden ayrılmıştı çünkü)… İlçenin o yıllardaki tek iyi kitapçısı olan Cevdet amcayla bir anlaşma yapmışlardı. İki kitap satın alıyor, sonra birini iade edip yerine yeni kitap alıyordu ablam. Böylece tüm Kemalettin Tuğcu külliyatını yalayıp yutmuştu. Bir gün bana da okumam için bir kitabını verdi Tuğcu’nun. Kitabı yarım bırakmıştım, çok acıklı gelmişti çünkü. Bir daha hiç Kemalettin Tuğcu okumadım. Hiç.

(Kemalettin Tuğcu kitaplarını sevmek/sevmemek üzerinden de pekala karakter tahlili yapılabilir. Onu da başka bir yazıya bırakalım.)

Çocukluk çağının en güzel zamanlarıydı. Mahallenin tüm çocukları sokakta saklambaç, yakan top, dokuz taş oynadığımız günler. Baharda Savrun’a gidip çömçeli balık yakaladığımız günler. Bazan kızlar olarak oğlanları lastik oyunumuza aldığımız; bazen oğlanların bilye yarışlarına dahil olduğumuz günler. Dizlerimizin, dirseklerimizin yara kabuğundan kurtulmadığı günler. Benim ne işim olurdu kitaplarla?!

Oyun çağında kitap okumak şehirli çocukların işidir. Oynayacak oyunun, bir sokağın yoksa sığınırsın kitaplara… Ben bunu yıllar sonra, Ayşe ablanın bana gönderdiği ilk ve tek hediye olan kitabı düşünürken anladım. Benim o yıllarda, bir tanıdığa ya da bir arkadaşıma kitap hediye etmek aklımın ucundan geçmezdi. Hoş, o yıllarda taşrada çocuklar birbirlerine hediye falan da almazlardı. Bizim hediyemiz en fazla evden elimize tutuşturulan ekmek arası peynirin ucundan koparıp uzatmak olurdu. 

Sonra Adana günleri başladı. Eski bir Ermeni Yetimhanesi olan yüksek tavanlı okulumuzda, sınıfın tavanına sopayla jelibon yapıştırıp dersin ortasında hocaların kafasına düşmesiyle eğlendiğimiz günler! Pelin, Ela, Şengül ve ben, kendi çetemizi bile kurmuştuk. Bir yandan da hayatla ilgili sorgulamalar, dünyaya ilişkin meraklarımız başlamıştı. Hakan yine ateşli konuşmalar yapıyor, Çiçek hanımı çıldırtıyordu derslerde.

Sekizinci sınıfa geldiğimizde Özal kabinelerini yakından takip ediyor, eğitim sistemine dair iki lakırdının çok ötesinde iddialı cümleler kuruyorduk. “Niye yaratıldık? Neden varız?” sorularına bulduğumuz cevaplarla varoluşsal tüm meselelerimizi çözmüş artık dünyayı kurtarma kıvamına gelmiştik.

O günlerde Günter Walraff’ın En Alttakiler’i yıldırım hızıyla düşmüştü gündeme. Gazete haberlerinde okuduğumuza göre, Türk işçi Ali’nin Alamanya gurbetinde yaşadığı haksızlıklar içimize işlemişti. Ben de gidip kitabı almıştım. Baştan sona büyük heyecanla okumuş, Ali’nin kömür karası yüzündeki yorgunluğuna, yerin metrelerce altında işçi baretiyle verdiği pozlarına defalarca dönüp dönüp bakmıştım. Günter Walraff’ın siyah peruğunun altındaki ince yüzünü hala çok iyi hatırlarım.

İlk satın aldığım kitap, gündemin en popüler konusuyla ilgiliydi.

Sonrası malum, kitaplarla kendi sokağımı kurdum.


(Farkındayım, yemek pişirme kısmı eksik kaldı.)


24 Aralık 2015 Perşembe

ŞİMDİ BİZ BU NOEL’İN NERESİNDEYİZ HACI?

1996 yılıydı. Fener Rum Patrikhanesi’ni henüz görmemiştim ve bir kış günü Pazar sabahı kalkıp Fener’e gittim. Ben sağa sola bakınırken, 70’li yaşların üstünde bir turist de bana Patrikhanenin yerini sordu. “Ben de aynı yere gidiyorum, buyurun birlikte yürüyelim.” dedim İngilizce. Turist, Berlin’den gelen bir Almandı. Gayet kibar, kılığından kıyafetinden sosyo-ekonomik durumunun da iyi olduğunu sandığım bir adamcağızdı. İçeriye birlikte girdik, o bana sorular sormaya başladı. Patrikhane’nin tavan ve duvarlarındaki resimleri, ikon/ikonaları sordu. Meryem ve bebek İsa figürlerini anlattım, daha pek çok benzeri şeyi konuştuğumuzu hatırlıyorum. Bir an bana “Hristiyan mısınız?” diye sordu. Bu merakın temelinde, İspanyol paça kot pantolonumun, yakası kürklü montumun ve oldukça kabarık (bugünlerin moda tabiriyle bonus) saçlarımın ne kadar katkısı vardı bilemiyorum. (Kıyafetimi özellikle tarif ettim zira benim bu terörist kılığım Kilise görevlisini açıkça rahatsız etmiş ve yanımıza kadar gelerek müdahalede bulunmaya zorlamıştı.) Belki de iştahla Hz. Meryem ve Hz. İsa’yı anlatmam dikkatini çekmişti Alman turistin. Çünkü adam, dindarca bir etkilenmeden ziyade bir gözlem yapar gibi bakıyordu etrafına. “Hayır” diye yanıtladım sorusunu, “Müslümanım ama Hz. İsa bizim de Peygamberimizdir. Hz. Meryem ise çok kıymet verdiğimiz bir kimsedir. Tüm Müslümanlar her ikisini de çok sever.” Adamın şaşkınlığı yüzünü kaplamıştı. Sonrasında Kilise’den ayrılana kadar, biraz da benim anlatacaklarımı merak ettiği için sorular sormaya devam ettiğini düşünürüm hala…

Eh, anekdotlarla başladık madem yazıya, Allah ne verdiyse devam edelim:

Bundan 5-6 yıl önce bir yurtdışı seyahatinde Dubrovnik’in ünlü kiliselerinden birine düştü yolumuz. Mihmandarlarımız arasında bulunan bir arkadaş, kilise önündeki küçük İsa heykelciğine “Ooo İsa’ya bak sen?” gibi, bana laubali gelen bir cümle sarf etmişti. Dayanamayıp “Üstadım, bu heykelciğin gerçek Hz. İsa’yı tariflediğinden emin değiliz ama Hz. İsa’nın bizim kutlu peygamberlerimizden olduğunu unutmamamız gerekir.” demek zorunda kalmıştım.

İmdi, son bir anekdot daha anlatayım da meramım iyice anlaşılsın. Süryani bir ahbabım var. Dikkatli ve zarif bir adam; doğal olarak, arada konuşmalarımız inanç konusuna geliyor. Bir gün dedim ki, “Güzel ağbiciğim, biz Müslümanız. Hz. İsa’nın getirdiği Kitabın tahrif edildiğine ve Allah’ın dinini tashih için Kuran’ı gönderdiğine inanıyoruz. Siz Hristiyansınız, Hz. Muhammed’in kafasından din uydurduğuna, Kuran’ın gerçek bir kutsal Kitap olmadığına inanıyorsunuz. Eşyanın tabiatı bunu gerektirir. Her ikisinin de aksi olsaydı ya biz Hristiyan olurduk ya siz Müslüman olurdunuz.”

Bunca lafı niye ettiğimi artık tahmin etmişsinizdir herhalde? Üstelik başlıkta da o kadar spoiler verdik ey Kaari!

Son günlerde Noel/yılbaşı tartışması üzerinden yürüyen argümanları şaşkınlıkla seyrediyorum.

Son diyeceğimi şuracığa not düşeyim de içimde kalmasın; keşke, Hz. İsa’nın hangi gün doğduğunu sahiden bilsek de bir güzel Mevlid Kandili de ona yapsak! Ne güzel olmaz mı? Vallahi ben o güzel Peygamberin gerçek doğum gününü bilsem , hiç düşünmez kendi Bayramım ilan ederim!

Şuncağızı da söylemek iktiza eder; dinlerarası diyalog saçmalığına hiç inanmadım ben güzel kardeşim! Öyle eklektik, türedi, torbaya ne varsa at kabilinden safsatalara karnım tok… Ben kendi Kutsal Kitabımın tanımladığı, tarif ettiği ve tanıdığı değerler üzerinden bir bakış ve duruş geliştirmeye çalışıyorum.

Noel, Hristiyanların Hz. İsa’nın doğum günü olarak kabul ettikleri günü kutlamalarını ifade ediyor kısaca… Her Hristiyan mezhep farklı bir günü Noel kabul ediyor olabilir ama sonuçta “kutsal” kabul ettikleri bir gün…

“Müslüman Noel kutlamaz!” karşı duruşu Müslümanların Hristiyanlaş/ması-maması temelinde bir hassasiyeti ifade etmesi bakımından gayet anlaşılabilir bir uyarıdır.

Ancak, Müslümanların Noel’e yönelik itirazları, yukarıda anlatmaya çalıştığım üzere Hz. İsa’nın bizim için değerini göz ardı etmemeli ve genelde Hristiyanlar özelde ülkemizdeki Hristiyan yurttaşlarımızın inanç değerlerine yönelik bir tahfif etmeyi beraberinde getirmemeli…


Ne var ki, nerede duracağımızı ve nerede durmayacağımızı kimi zaman karıştırdığımızı düşündüğümü ifade etmeme de izin veriniz lütfen sevgili dostlar.