29 Kasım 2016 Salı

YOL
                                                                      
                                                                                                                 Gariblik bir makam olupdur
          Anınçün yol yürümek gerek   
                                           

Bir imge olarak yol’un içime ilkin nasıl yer ettiğini hatırlamaya çalışıyorum birkaç gündür.

En eskiye dair hatırladığım şöyle bir sahne; hasat zamanı ekinlerin başında olmak için her yaz düzenli olarak en az iki ayımızı geçirdiğimiz köydeyiz yine… Ben dört ya da beş yaşlarımda olmalıyım. Annemin, her ne işi varsa artık, şehre gitmesi gerekiyor. Sadece pazartesi ve cuma günleri sabahın neredeyse seher vakti yola çıkan, kasası yeşil çadır beziyle kaplı jipe binmek üzere. Ben canhıraş ardından ağlıyorum. Annem, araçtan inerek beni ikna etmeye uğraşmıştı. Evet, hafızam bana sinematografik bir oyun oynamıyorsa eğer, eteğine sarılıp epey bir süre bırakmadığımı hatırlıyorum. Neden sonra, baktı ki olacak gibi değil, diğer yolcuların beklemesinden de mahcup olarak, “gel” dedi. “Eşek sıpası ne çok ağladın öyle!”

Oysa, o yıllarda kısacık mesafelerde bile araba tutardı beni.

Gidilen yeri görmek isteğini içeren –ki zaten yılın önemli bir bölümü o gidilen yerde geçiyordu ve bu bakımdan köy her zaman daha cazipti benim için- çocuksu bir meraktan çok, annemden ayrılmamaktı benim derdim.

Tuhaftır, yolun bu azap verici etkisine rağmen, felek bana çok erken zamanlarda yola düşme sürprizini hazırladı. İnsan, her türlü duruma bir şekilde uyum sağlamak kabiliyetine de sahip Tanrı vergisi bir yetiyle; “Surviving” … Ben de, ilerleyen yıllar içinde yol ile anlaşmam gerektiğini anladım. Birbirimizi sevmeyeceksek bile, tahammül etmeliydik yek diğerimize. 

Bir de, yola ilişkin bir başka güçlü imge olarak aklımda bir film sahnesi kalmış; 90’lı yılların başıydı. O günlerde çok ses getirmişti film. Şimdi adını hatırlayamamaktan çok utanıyorum ama neylersin! Anadolu’nun ücra bir kasabasından yaban ellere umut (evet UMUT’tu sanırım) devşirmeye giden bir karı kocanın hikayesiydi. Başroldeki kadın oyuncu Nur Sürer… Birer küçük çantayla karı koca yola çıkmışlardı. Kadın, yaşadığı –adeta kaçtığı- yerin toprak yolunda kocasına yetişmeye çalışıyordu. Ne ki, kadınca bir insiyakla –içinde yaşadıkları ağır şartlara inat- süslenmiş püslenmişti. Ayağına topuklu bir ayakkabı giymişti. Toprak yolda topuklu ayakkabıyla yürümek bile eza iken, o, koşar adımlarla kocasına yetişmeye çalışıyordu. Bu trajikomik çelişki, o dakikaya kadar göz yaşlarıyla filmi izleyen bir salon dolusu izleyiciyi güldürmeye yetmişti.

Tanrı’nın yaradılış alemine kodladığı, çokluk içinde teklik, zıtların vahdeti esprisinin en çok yol imgesi üzerinden anlaşılabileceğini müdrik olduğumda, yol ile aramızda bir aşk yolaldı.

Hicret, şahikasıdır yolun.

Yol, kahırla terk edişi anlattığı kadar umuda çağıran bir sestir aynı zamanda.

Ayıran olduğu kadar birleştiren; gurbet olduğu kadar sıladır da yol…


Yola çıkmadan yol ehli olamamak bundan olsa gerek. 

---
Not: Bu yazı İstanbul BİRNOKTA Dergisi'nin YOL temalı sayısında yayımlanmıştır.

27 Temmuz 2016 Çarşamba

AÇLIK

Meteorolojiden gelen haberlere göre bu geceden itibaren yine kar bekleniyormuş İstanbul’da… Çok yoğun yağacakmış, uzmanlar gerekli tedbirleri almamız konusunda uyarıyorlar bizleri. Benim alabileceğim tek tedbir evden çıkmamak ama bu imkansız. Karda düşmemek için ne yaptıysam işe yaramadı. Her halükarda kayıp düşüyorum, şu halde çok da ısrara lüzum yok. Ayakkabılar sıcak tutsun, ayağım üşümesin yeter. Şimdi böyle de söyleyince çok havalı olacak ama bir yurtdışı seyahatinde Brüksel’den aldığım bot karlı kış günleri için biçilmiş kaftan! Ne ki, bir metre karın yağdığı memlekette, tam da kar botu olarak tasarlanmış ayakkabıyla ben yine kayıyorum. Problem ayakkabılarda değil, benim yürüyüşümde. Botlarım düşmemi engellemiyorsa da, ayaklarımı pek sıcak tutuyor. Yarın kar yağarsa yine onları giyeyim. Gırç gırç yürürüm karların üzerinde, çıkardıkları sesi dinlemek hoşuma gidiyor. Ben sesleri, ilginç, melodili, tınısı olan, hayır hayır rengi olan sesleri dinlemeyi hep çok severim. Sesin rengi nasıl olur diye sorsanız yanıtlayamam ama duyduğumda ayırt edebiliyorum. Fakülte son sınıfta Medeni Usul dersimize gelen profesörün ses rengi müthişti mesela, onu hiç unutmam. Hayır normal dördüncü sınıfta değil, uzattığım yıl alttan alıyordum ya dersi. Hah işte o yıl ders anlatan hoca! Hiçbir dersini kaçırmadım, koca anfiye herkesten önce girer, en ön sıradan yer kapmaya bakardım. Hocanın tatlı sesi nerede ne zaman volüm yükseltecek, ses ne zaman yumuşayacak, arada sanki notalar birbirine bağlanıyormuş gibi geçişler olacak, hepsini ezberlemiştim. O yıl Medeni Usulü iyi bir notla vermiştim. Bu hocanın başarısı değildi; çünkü ben derste, anlatılan konuları değil, sesi dinliyordum. Anfiden çıkınca dersle ilgili bir soru sorulsa tek kelime hatırlamazdım. Allah’tan soran olmadı. Son sınıftaydım, zaten okul bir yıl uzamıştı, artık bitirmem gerekiyordu, ben de cidden çalışıyordum. Öyle yani, öyle geçtim o dersi. Okul o yıl bitti.

(Bitti de ne oldu? Bir sürü yeni dert. Bizimkileri İstanbul’da staj yapmaya ikna etmem gerekiyordu. Bu hiç kolay olmadı. Neyse bir emrivakiyle kabul etmek zorunda kaldılar. Stajdan sonra da İstanbul’a yaşamaya devam etmek istediğimden, mesleğe devam edip etmemek konusundaki kararsızlığımdan, hızlı okuma kursunda okul bittikten sonra ne yapacaksınız diye soran ve İstanbul’da kalacağım cevabıma ne işin var bir başına burada git memleketine ailenin yanında ol diyen babam yaşındaki avukata bunları ben zaten bir yıldır düşünüyorum bana akıl yerine ileride ihtiyacım olursa yardım edin dediğimden henüz haberleri yoktu. -Yok canım bu kadar kaba söylememiştim elbette, gayet saygılı ve sofistike cümlelerle anlatmıştım derdimi. Ama yaşlı avukat uyanık çıktı, ne demeye çalıştığımı şıp diye anladı ve kurs sonuna kadar bir daha bana selam vermedi. Ben de intikamımı sonraki yıllarda ondan hiç yardım istemeyerek aldım. Ha-ha!- Aman olmasındı zaten, alıştıra alıştıra söylemek lazım. Onlar da haklıydı, anlamıyor değildim, her biri kendini ebeveyn yerine koyuyordu. Benden sorumluydular. Hoş, hep öyle olmuştu ama işte şimdi daha çok sorumluluk duyuyorlardı.)
Açlığa dayanıklıyımdır aslında. Hatta, öyle karnı acıkınca etrafta terör estiren, mızmızlanıp iki lokma yemeği zehir eden tiplerden oldum olası hoşlanmam. Ne var iki dakika beklesen, ölür müsün kardeşim! Yok illa herkesi teyakkuza geçirip kendi açlıklarını davul zurnayla duyuracaklar! Ay ne sevimsiz insanlar var şu hayatta. Misal ben öyle miyim? Değilim. Sofrayı bir başkası kuracaksa sessiz sedasız beklerim bir köşede. Nasılsa bir şeyler hazırlanacak, oturup yiyeceğiz.
Kendim hazırlayacaksam da öyle; nümayiş yapmam yani… Ben aslında hiçbir konuda nümayiş yapmam. Ne o öyle ilgi çekmeye çalışan küçük çocuklar gibi, değil mi efendim? Hiç mi bir şey yok evde, en kötü ihtimal, bir parça ekmeğe biraz karabiber-tuz serper yerim. Yerim yani. -Kendime not: edebi bir metinde bu kadar yani kullanılmaz. Yani mümkün mertebe hiç kullanılmamalıdır bir yazıda.  Sözcüğün sık kullanımı yazarın başarısızlığına, anlatacağı konuyu yeterince etkili anlatamadığına ve her seferinde yeni açıklamalara ihtiyaç duyduğuna işaret eder. Türkçe dersim fena değildi aslında ama demek bu konuyu eksik çalışmışım.-
Bir keresinde şöyle bir şey olmuştu, onu anlatayım size:
Olay yine fakülte son sınıftayken oldu. Hayır normal son sınıfta değil, uzattığım yıl vardı ya, hah işte onda! O yıl, ben yurtta kalmaya devam ettim, yakın arkadaşlarımdan dördü Karagümrük’te eve çıktılar. Vezneciler-Karagümrük arası kaç adımlık yol, haftanın üç günü bensiz bırakmadım arkadaşlarımı. Allah için söylemek gerek, hiçbiri bir tek gün kiraya katılmamı istemedi. Ben de ödemedim. Mutluyduk. Yine bir gün akşam otururken karnımız acıktı. Eh öğrenci evi, dolap boşalmış. Yahu açlık mesele değil, benim tansiyonum zaten düşüktür, acıkınca iyice düşüyor, gözlerim kararıyor, başım dönüyor. Derken bir parça ekmek buldum mutfakta, üzerine biraz karabiber-tuz serpip yemeye başladım. Evin en iştahsız ferdi olan arkadaşım A., sesimi takip ederek geldi yanıma, ay ne yiyorsun iştahla, nasıl canım çekti dedi. A.’nın herhangi bir yiyeceği canının çekmesi zaten nadir görülen bir durumdu, ekmek arası karabiber-tuza nasıl tepki vereceğini kestiremiyordum. Çaresiz sırrımı paylaştım. O kadar zevkle yiyordum ki, A., ben bugüne dek böyle bir lezzeti nasıl ıskalamışım pişmanlığıyla saldırdı ekmek sepetine. Sonuç onun açısından hüsrandı elbette… Ne varmış o kadar abartacak bir parça ekmekle baharatı? Olaya böyle yaklaştığı için tadını çıkaramadı bence. Bir de sanırım karabiber ve tuz oranını tam ayarlayamadı. A.’nın beğenmemiş olması hakikati değiştirmez, ben acıkınca bir parça ekmek, içine biraz karabiber-tuz serpip zevkle yerim yani. (Damn it! Yine yani dedim!)
Ay sus sus! Bugün Kartal Adliyesinde ne yaptım biliyor musunuz? Tam adı, İstanbul Anadolu Adliyesi Yerleşkesi… Tamam çok kötü tasarlanmış bir bina, bloklar arası geçişleri olabildiğince imkansız hale getirmek için özel uğraş sarfedilmiş gibi, o devasa binada mahkeme kalemleri yine daracık, iki kişi girse birbirine çarpmadan ilerleyemiyor ve daha bir sürü tasarım hatası falan ama ben o adliyeyi seviyorum. Edirne Yarı Açık Cezaevi’nin satış mağazası var yahu, daha ne olsun! Eksi katlardan birinde, vallahi eksi kaçıncı katta olduğunu bilmiyorum. Yerini bir kez öğrendim, ayaklarım hooop beni oraya götürüyor. Ben aslında, hemcinslerimin yüz karası olacak denli alışverişten nefret ederim. Evet kelimenin tam anlamıyla nefret… İhtiyaçtan ölmediğim sürece alışverişe çıkmam. Ama fabrika satış mağazalarına karşı bir zaafım vardır, bunun psikolojik kökenini bulacağım bir gün.

(Kimseyi yanıltmak istemem, mutfak alışverişi yapmak bu nefret kapsamının dışındadır efendim. Mutfak alışverişini severim. Bakın bunun psikolojik kökenini biliyorum işte… Kasaba irisi ilçemizde, çocukların hala güvenle sokağa salındığı, koş kasaptan bir kilo kemikli et al, çok yağlı vermesin, beğenmezse annem geri gönderecekmiş Duran amca de, denildiği günlere eriştim ben. Yedi sekiz yaşlarımdan itibaren evin bütün çarşı alışverişini de pekala yapardım. Biz çocukken, mahalle bakkalından alınmayan her şey “çarşı alışverişi” idi. Pirinci Çamlı Kahve’nin köşesindeki gözlüklü çilingirden, eti Rasim Ünal’ın –benim ilkokulum- karşısındaki Kasap Duran’dan, ekmeği Kabasakalların köşesindeki fırından alırdım. Annem sözünde sebat eder, beğenmediği eti geri gönderir, istediği biçimle değiştirtirdi.)
Hiçbir şey almayacak olsam dahi, fabrika satış mağazalarına girip dolaşmayı severim. Ne bileyim, sıcak, samimi, mütevazı, halden anlayan yerlerdir fabrika satış mağazaları.

(-Çocuğa alıyorum bak, bi’ yerinde bi’şeyi yok değil mi satıcı kardeş bunun? Valla oğlan beğenmezse perişan eder bizi.
-Abla bunu dışarıda bir mağazadan alsan iki katına satarlar, vallahi bak bizde yarı fiyatına, yok benim güzel ablam defosu falan yok, al bak eline istediğin gibi incele, defolu çıkarsa getir bize, kaçmıyoruz benim ablam…
-İyi madem, alıyorum.
-Defolu istersen daha ucuza, biraz ilerdeki reyonda ablacığım.
-Ay yok ayol! Defolu mu giyer zamane çocukları!)

AVM’lerin çalışılmış güleçliğine eklenen hanımefendi/beyefendi hitabı, fabrika satış mağazalarında benim güzel ablama dönüşüverir. Semt pazarı hüviyetindedir fabrika satış mağazaları. Tezgahın üzerine çıkıp bağıranı yoktur bir tek… Varsa da ben henüz görmedim.

Kartal Adliyesi’nde Edirne Yarı Açık Cezaevi’nin ürünleri satılıyor bir süredir. Mahkumların ürettiği ürünler. Vergiden muaf olduğu için fiş vermiyorlar ama olsun. Avukat hanım bunlar satış mağazası ürünleri, piyasadan oldukça ucuz. Deri kıyafetler, evrak çantaları, et sucuğu, kavurma kalıpları, seramik tabaklar, vazolar, süs eşyaları, nazar boncukları ne ararsan var. Şimdi bir de ayrıca market açtılar yanına… Bugün sabah erkenden gittim, işlerimin ilk postasını bitirip soluğu markette aldım. İçeride bir süre avare gezinip sonra diş macunu, yanmaz fırın poşeti ve en küçüğünden üçlü ton balığı aldım. Özenle evrak çantama yerleştirip çıktım. Ve tam marketin kapısından çıkarken iç sesim kahkahalarla gülüyordu bana. Öğleden sonra Savcı’ya ifade vermek üzere bir müvekkil gelecek, memur suçları savcısının karşısına çantanda ton balığıyla mı çıkacaksın a şaşkın?! Evet almıştım bir kez, zaten ağzına kadar dolu evrak çantam biraz daha şişmişti. Gerisi dert değil çantayı açıp kaparken ton balığı paketi görünürse vallahi rezil olurum. Diş macununu açıklamak kolay, sandeviç olsa tamam, birazdan acıkınca yeneceği varsayımı pek ala akla yatkındır. İyi de ton balığı ne oluyor? Fabrika satış mağazalarına zaafım var desem kim inanır? Üstelik market kısmında satılanlar her yerde bulunabilecek şeyler. İlla buradan almak gerekmiyor ki… Aldım.

Savcıya ifade kısmını da kazasız belasız atlattık. Ben ve çantamdaki nevalem ofise yorgun ama mutlu döndük.

Ofisin kapısından girerken hava kararmaya başlamıştı bile… Neyse korktuğum gibi olmadı, Köprü trafiği Bostancı’dan sonra açıktı. Günün son servisi olduğu için şoför de Çağlayan’a gitmek yerine Mecidiyeköy’de bıraktı hepimizi. Neredeyse apartmanın kapısında indim servisten. Kapıdan girerken midemde açlık sancısı, elim ayağımda halsizlik ve tabii her zaman olduğu gibi açlığın tetiklediği benim güzel migrenim. Biliyorum birazdan boynumdaki sertlik yukarı doğru tırmanıp başımın bir yarısını esir alacak yine. Bir kesmez iki ağrı kesici lazım. İyi de karaciğer zaten netameli bu kadar ilaç içmemeliyim. Yok geçmez bu baş ağrısı, giderek artar üstüne üstlük, havada birkaç gündür lodos da var. Oh evlere şenlik! Tabiatta olup biten her şeyden kendine pay çıkaran bir bünyem var.

Evrak çantamı boşaltmış, gelen tebligatları kontrol edip dosyalarına yerleştirmiş, yarının işlerini toparlamaya çalışırken başımdaki ağrı da biraz hafifledi nihayet. Ben farkında değilim ama bugünün mesaisi bitmiş. İyi akşamlar D. Hanım, ben çıkıyorum. Yarın Bursa notu var, şimdiden hatırlatayım dedim. Tamam canım, unutmadım. İyi akşamlar sana da.

(Neresinden nasıl başlayacağımı bilemediğim bir hikaye. Yıllardır kafamda gezdiriyorum onu da. Son günlerde geldi oturdu yine zihnimin orta yerine işte. Olduğu gibi, tüm gerçek isimlerle ve olaylarla mı anlatsam, yoksa isimleri değiştirip kurmacaya mı dönüştürsem?)
Hay Allah, ofiste bir gram ekmek yok. Çantamdaki ton balığı paketini hatırladım. Oh olsun sana iç ses, bana gülüyordun öyle mi? Bak nasıl işe yaradı şimdi ton balığı. İyi de ekmek yok. Aşağı inip almalıyım. Otobüs durağının yanındaki büyük market hala açıktır. Halk Ekmek’in tam buğdayından bir paket, bir kavanoz da salatalık turşusu aldım. Uzun uzun yazmışlar kavanozun üzerine ev turşusu tadında çubuk usulü salatalık turşusu… Kavanozun kapağı vakumlu yine, bilek gücümle hayatta açamam ben bunu. Kapağı bıçağın ucuyla hafif kanırttık mı pıt sesi gelecek şimdi, hah hava girdi içeriye, açılır artık. Açıldı. Mutfak masasında yemeyi sevmiyorum, toplantı masası çok büyük, çalışma masamın suyu mu çıktı, birkaç parça kağıt havluyla pekala sofra yaparım. Turşu kavanozundan mis gibi sirke ve sarımsak kokusu yayılıyor etrafa.

(Ah Güngör Teyze ne güzel kadındın sen! Bizi evlendirecektin öyle mi? Seni çılgın, davullarla zurnalarla demek hem de? Ben olsaydım, öyle olduğum gibi yazılmak ister miydim acaba bir başkasının gözünden? Ona sorsam ne derdi kim bilir? Ya da ben anlar mıydım onun dilinden? Ama işte çıkmıyor da zihnimden, ne yapsam bilmem. En iyisi ben bugün ne yaptığımı anlatayım. Belki geçer Güngör Teyzeyi anlatma isteği…)


4 Haziran 2016 Cumartesi

GÜNLER EVİNE GİDERKEN…(*)

Ümmi insanları hayatta diğerlerinden farklı kılan en başat özellikleri, edindikleri her bilgiyi bizzat tecrübe ederek, yaşayarak öğrenmeleridir. Ol sebepten bildikleri her şey varlıklarıyla mündemiç haldedir; üzerlerinde sakil durmaz hiçbir şey… Öğrenilmiş bilgi öyle mi ya; yeterince sindirilmemişse eğer, bir gün bir yerde pot veriverir.

Benim annem ümmi idi.

***
“-Anne sen ne zaman doğmuşsun?” sorusunun yanıtı da, taşrada doğan pek çok başka insanın vereceği yanıtla hemkaderdi. Taşrada insanların doğum günleri olmaz zira, olsa olsa doğum zamanları vardır.

“-Dedem İmam Abdullah öldüğünde ben daha yaşıma değmemişim. 6 ayı geçmişim Nene’nin söylediğine göre.” hesabından yola çıkarak annemin doğum tarihini 1935 sonları 1936 başları olarak tesbit etmiştik. Çocukluğu ve ilk gençliği, Çukurova’nın yarı dağlık bir köyünde, 1940’ların sonlarına kadar kıtlık yıllarını, tek parti otoritesini bizzat yaşayarak geçmişti.

Pek çok boy gibi, bizim sülalemiz de Çukurova’nın otorite tanımayan Türkmen boylarını ıslah etmek için Adana Valiliği’ne tayin edilen Cevdet Paşa’nın 1850’lerin ortalarında zorunlu iskan politikasına muhatap kalmıştı. Annemin çocukluğu, yazlak için geldikleri ve mecburen kaldıkları (şimdiki) köyümüzde, aradan neredeyse bir asır geçmiş olmasına karşın, geniş ailenin daha hala gurbette kalmışlık duygusunu bırakamadığı yıllardır… Müthiş bir içe kapanmışlıkla yaşadıkları yıllar! Oysa köklerinin bağlı olduğu Misis (Adana merkeze bağlı bir beldedir), hepi topu bir günlük yoldur o zamanlar. Bugün ise bir saatte alınacak bir mesafe… Obadan ayrı düşmüş bir grup insan, 1940’larda artık bulundukları yere yerleşmeleri gerektiğine kani olurlar; dört elle sarılırlar toprağa, kök çıkarıp birer evlek “yurt” kurarlar kendilerine… Bizim çocukluğumuzda dahi, köye ne zaman gitsek büyükler anlatırlardı eski “yurt”larını; şurası falancanın ilk yurduydu, şurası filankesin…

Belki de bu mecburi konaklamanın etkisiyle, yazıda yabanda kalmaktan çok korkardı annemin kuşağı; ev, annem için her şeydi. Ev, bahçedeki mandalina ağacıydı, salondaki koltuk takımıydı, mutfaktaki bakır bakraç, kümesteki tavuklar, bahçe duvarının dibine ekilmiş yeşil nane, maydanoz, tere… Ev denince bunlar bir “küll” olurdu. Hiç birinden vazgeçilmez, hiç biri ihmal edilemezdi.

Eğer çocuklarının annem üzerinde bir hakkı kaldıysa, ancak budur; evi bırakamadığı için çocuklarının kurduğu yeni evlerde birer güncük olsun kalmamış olmasıdır.

***
Türkülerle hatırlarım ben annemi.
PeReJa Limon Kolonyasıyla.
Arko kremle.

***
Dedemin çeyiz hediyesi olan Singer dikiş makinasının başında dikiş dikerken söylediği türkülerle hatırlarım.

Bir yandan makinanın kolunu çevirirken bir yandan da o ince sesiyle türkü söylerdi;

 “Dam başında sarı çiçek oy oy
Burdan göçek Ürgüp’e gidek
Nenni de Feridem neni
Ürgüp’e vardığımız gece oy oy
Hak yoluna kurban kesek
Nenni de Feridem nenni”

İlerleyen yıllarda, dikiş makinası da yaşlılığın emarelerini verir, dikiş çizgisini kaydırır olmuştu. İşte o vakitlerde ben annemin dikiş çırağı olur; makine dikişi eğri vermesin diye, kumaşı bir sabitede tutardım. Türküler kulaklarımda…

Şimdi bile Bedia Akartürk’ü kollarız radyoda, televizyonda ablalarımla; annemin en sevdiği “Feridem” yorumu onundur çünkü.

***
Modern zamanların hiçbir anne – kız çatışmasını yaşamadık biz. Bu iyi mi kötü mü hala bilmem. Dokuzu yaşayan on çocuk dünyaya getirmişti annem. Ben bunların sonuncusuyum. Hayat gailesi içinde çırpındıkları, çocukları büyütüp okutmaya çalıştıkları zamanların acısını çıkarırcasına, diğer çocuklarına gösteremedikleri ilginin tamamını bana boca etmişti annem ve babam. Ben bir bakıma çocuk değil torun gibi büyümüştüm onların elinde.

***
Üniversite Hastanesi’nin iki kişilik odasında, ben artık kocaman olmuş halimle, refakatçi idim anneme. Başka kim olursa olsun ikinci refakatçi bendim. Ayrılık zamanı yaklaşıyordu ve hiç birimiz bu gerçeği itiraf etmeye yanaşmıyorduk.

“-Yüzü bir kere olsun ekşimedi.” diye anlattığını duymuştum.
“- Olur mu anne, ne demek rahatsız olmak; kim yapacak peki bunları biz yapmayacağız da?!”

Bir buçuk aydan kısa bir zamandı Hastanede geçen süre…

Kocası yıllar evvel ölmüş yan odadaki dul kadının beş çocuğunun en büyüğü 14-15 yaşlarında adaşım bir kızcağızdı. Annesine bağlanan sondanın hortumunu parmağına dolar çevirirdi sıkıldıkça. Annem yattığı yerden kaygılanmaya çoktan başlamıştı; bu kadıncağız ölürse bu çocuklar ne olacak diye… Başlarında büyük diye kalacak abla, oyun çocuğu kıvamından bir parmak ileride değildi. Sedyeye binip kaydırak oynayan abla… Annem yan odada yatan kadın için endişelenedursun, ben kendimle meşguldüm. Lise yıllarında her hafta sonu, okul formam üzerimde soluğu Adana Garajlarda alıp koşa koşa eve gelir, kucağına sokulup uyurdum ya annemin; şimdi bu hastane odasında annem yanında uyutmamak için türlü numaralar çevirmeye başlamıştı. İkimiz de farkındaydık.

***
İnsan, en çok kayıplarının ardından minnet etmeye başlıyor rüyalara.

***
“- Aman Bedriye, kısa olmasın kurban olayım.”

Annemin hatırladığım en genç hali, Terzi Bedriye ablaya elbise provası verdiği zamanlar. Terzi Bedriye ablanın, dikiş dikmekten iyice bozulmuş gözleriyle, toplu iğneleri tek tek özenle kumaşa iliklediğini, kurutulmuş beyaz sabunla prova çıkardığını, teyel çektiğini, gözlüklerinin kalın camlarının arkasından uzun uzun annemin üzerindeki elbisede hata aradığını hala çok iyi hatırlıyorum.

Ben o zamanlar 7 – 8 yaşlarında olmalıyım. Komşumuz Bedriye ablanın bir odası terzihaneye çevrilmiş evinin kapısından içeri girerken daha, merakla etrafı seyre dalardım. Kocaman demir bir makası vardı. Kumaşın bir ucundan taktı mı öbür tarafından çıkarırdı. Hiç eli titremez, eğri kesmezdi. Bir çocuk için ne inanılmaz başarıydı bu kusursuz kesim!

Annem sabırla (hep sabırlıydı, neden o kadar sabırlıydı sanki, insan hiç mi bir şeyden şikayet etmezdi, etmezdi annem) Bedriye ablanın işini tamamlamasını beklerdi.
Ben, annemin incecik dudaklarının kenarına ilişen gülümsemesini seyrederdim.

***
Çukurova’nın münbit rahminden bereket fışkıran günler gelip çatmıştı işte. Ova yeşile boyanmış, ekinler dize kadar boy vermeye başlamıştı. Bir yandan çisil çisil yağmur yağıyor, Çukurova’nın kurdu kuşu börtü böceği yağmurun rahmet korosuna katılıyordu.

Konvoyumuz bir petrol istasyonunda ihtiyaç molası vermişti. Emaneti almış gidiyorduk. Araçtan indiğimde uzun uzun Çukurova’yı seyrettiğimi hatırlıyorum. Hayal miydi gerçek miydi gördüklerim, anlamaya çalışıyordum.

1993’ün 7 Nisan’ı böyle bir gündü işte.

***
Bunlar böyle ne konuşuyorlar saatlerce, hiç mi bitmez konuşacakları diye meraktan öldüğümüz sohbetleri konusunda ne annem ne de teyzem ser verip sır vermezlerdi.

***
Anadolu’nun muhkem adetlerindendir, eğer gasli yapacak yakınları varsa, bu görevi bir başkasına bırakmak olmaz.
Teyzem yüzünden dökülen kardeş acısına rağmen, dimdik girdi odaya ve “hadi” dedi, “hadi annenize son vazifenizi yerine getirin.”

***

Tanrım bir sol ayak bu kadar mı güzel olur?



-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*) Bu yazı, Nihayet Dergisi'nin Ekim 2015 sayısında yayımlanmıştır. 

2 Mayıs 2016 Pazartesi

BAHAR YORGUNLUĞU

Fakültede öğrenciydim henüz.

Sırf merakımdan, bir çocuğun dünyaya gelişini görmek istemiştim. Nazımın geçtiği bir hastane ortamında, gerekli hijyen şartları sağlandıktan sonra beni de almışlardı ameliyathaneye. Yeşil örtünün altından bir çizgi şeklinde görünen annenin karnı, kat kat kesilmiş, artık neredeyse bebeğe ulaşılmıştı. İçeriyi kaplayan kesif kan kokusunun beni tutacağını henüz fark etmemiştim; başımın hafiften dönmesini ayakta beklemeye yormuş, hafifçe arkamdaki kalorifer peteğine yaslanmıştım. Ameliyat masasının başındaki tanıdık yüz, durumu fark etmiş olmalı ki, hemen dışarı çık demişti. Sebebini anlayamasam da, uyarıya uymuş, ayaklarımın altından çekilen zemini bulanık bakışlarla yoklayarak dışarı çıkmıştım. Kapının dışına adımımı atmakla, dünyam eski haline dönmüş, bulutlar dağılmıştı.

Bir iki dakika sonra güleç yüzüyle hasta bakıcı dışarı gelmiş ve “kan tuttu seni ya, gel hadi gel, bebek çıkarılmak üzere” diyerek tekrar içeriye davet etmişti. Biraz da endişeyle içeri girdiğimde, bebek, annesinin batnından çıkarılıyordu. Birazdan kesilecek göbek bağı, insanlığın ilk atasıyla son torunu arasındaki o uzun akrabalığı imlercesine, mor bir uzay yolu gibi uzanıyordu anneyle bebek arasında. Doktorun ellerinden yeşil örtünün üzerine düşen bebek, özenle kurulanmış, ilk çığlığına hazır hale gelmişti. Yanlış hatırlamıyorsam bir kızdı. Ben biraz kan tutmasının sersemliği, biraz dünyaya gelen bir bebeğe tanık olmanın şaşkınlığıyla gördüklerimi ancak çok sonraları yorumlayabilecek hale gelecektim.

Başka ameliyatlara da girdim izleyici olarak. İnsan bedeninin sarsıcı muhteşemliğine tanık olmak tuhaf bir tad bırakıyor zihinde…

***

Baharın yorgunluk sebebi olmasını hep ilginç bulmuşumdur.

Yeryüzünün tüm mevcudatıyla yeniden dirildiği, canlandığı bir mevsimin insana yorgunluk vermesi Tanrı’nın ironisi değilse nedir?

***

26 Haziran 1996 sabahı, gerekli olacağını düşündüğümüz her şeyi bir çantaya koymuş, yola koyulmuştuk üç kişi…

Hastane uzak sayılmazdı.

Doğum zamanı geldiği halde en ufak bir sancı vermeyen bebek, artık doktorların yapay sancısıyla dünyaya getirilecekti. (İlk bebekte de aynısı olmuştu. Doğması gereken zamanı neredeyse iki hafta geçmiş, plasenta hafif hafif çürümeye başlamıştı ve bebek bir türlü doğmamıştı. O da suni sancı verilerek doğurtulmuştu. Şaka sebebi olmuştu bu durum, “yeri rahat demek ki keratanın, hiç gelmek istemiyor” demiştik. Anne karnında vaktinden çok kalan çocukların –gelişimlerini artık tamamladıkları için- saçlarının uzadığını o zaman öğrenmiştim. Kuzguni siyah saçları omuzlarına dökülen, kapkara gözleriyle ışığı seçmeye çalışan bir bebek çıkmıştı karşımıza.)

İşte yine aynı şey oluyordu. Kardeş de, doğum vakti geldiği halde hiç işaret vermemişti. Randevu alınmış, ferah feza hazırlanılmış, hastanenin yolu tutulmuştu. Vardığımızda doğum ekibi bizi bekliyordu.

Ben refakatçiydim. Gördüğü her şeye, belki de doğacak bebekten daha acemi bir merakla bakan refakatçi…

Doğum odasına girdik. Sancı müdahalesi ve diğer gerekli hazırlıklar yapıldı. Annenin kısa aralıklarla gelmeye başlayan sancılara karşı sabırlı mukavemeti, burnumun direğini sızlatmaya başlamıştı.

Kaç Ayetel Kürsi okudum Allah bilir?

Doğurmanın yükünü çeken anneye destek olmam gerektiğini neredeyse tümüyle unutmuş; bir insanın en tabii haliyle doğmasını ilk kez izliyordum. Haşyetle…

Gözlerimin önünde bir mucize gerçekleşiyordu.

Upuzun kumral saçları omuzlarına dökülen bebek, işte artık aramızdaydı. Kolay bir doğum oldu diye sevinmişti herkes. Sedyenin üzerine serilmiş steril beze yatırdıklarında, çekik iki çizgi halindeki gözlerini daha açmamıştı. Bembeyaz vücudu plasenta sıvısıyla kaplıydı hala…

“- Öpebilir miyim? Bebeğe bir zararı olur mu?”
“-Hayır ama plasenta artıkları var üzerinde, bu halde öpmeyin. Rahatsız olursunuz.”
“-Peki.”

Yaklaştım ve yüzünü seyrettim uzun uzun. İnliyordu. Çok yorulmuştu, ağır ağır, derin derin inliyordu bebek.

Doğmak ne zor demek, diye geçirmiştim içimden. Doğmak ne zor…

***


Baharın yorgunluk sebebi olmasına şaşırmak sizce de tuhaf değil mi?

29 Mart 2016 Salı


SONUNA KADAR OKUNMADAN ANLAŞILMAYACAK BİR YAZI

Çetin Özek, fakültede hocamdı.

Kolunun altında ders kitapları ve Ceza Yasası, anfinin kapısından girer, geniş kürsüdeki masasına geçer ve ders sonuna kadar neredeyse hiç kalkmadan, bir konferanstaymış gibi tane tane anlatırdı dersi. R’leri söyleyemediği için tatlı bir pelteklikle konuşurdu. Mizah yönü güçlüydü hocanın. Bazen her hangi bir konuyu anlatırken verdiği tepkilerden espri mi yapıyor yoksa ironik bir eleştiri mi getiriyor anlayamadığımız için gülüp gülmemek arasında kararsız kaldığımız olurdu. Kısa boylu, tonton bir adamdı dışarıdan bakınca. Kalın gözlüklü camlarının arkasından gözleri adeta yuvalarından taşacakmış gibi görünürdü kimi zamanlarda.

Ceza Hukuku gibi son derece ağır ve sevimsiz bir dersi, öyle güzel anekdotlarla süsleyerek anlatırdı ki, anfi, dersin gerektirdiği mecburiyetten çok ilgi ve meraktan dolardı.

Hoca’yla okul bittikten sonra da birkaç kez görüşme fırsatımız oldu. İstanbul Barosu’nda Basın Hukuku Komisyonu’nun kuruluş çalışmalarına katılmıştım. 1999-2000 gibi olmalı. İstiklal Caddesi’nin sonunda Tünel’e doğru, şahane bir Salacak-Sarayburnu-Galata üçgenine hakim manzarasıyla çok şık döşenmiş bir daireyi home-ofis olarak kullanıyordu. Ağır bir sürmenaj geçirmiş, yeni yeni toparlanıyordu artık. Biraz daha yaşlanmıştı görmeyeli; ama muzip gözleri yerli yerindeydi.
Hocanın Basın Hukuku adlı kitabı, mesleği icra ederken basın ceza ve tazminat davalarında başvuru kitaplarımdan biri oldu uzun süre.

***

Üzerinden iki haftadan fazla zaman geçti. Sosyal medyanın hızı karşısında iki hafta tarih öncesine tekabül eder. Ama benim zihnimin bir köşesini işgal edip duruyor o twit işte. Hani Sırma Karasu isimli genç gazetecinin Hilal Kaplan’ı tahkir eden o çok çirkin benzetmesi…

Sırma Karasu’nun o çirkin benzetmesi öyle bir infial uyandırdı ki sosyal medyada, birkaç saat içinde belki de binlerce tepki mesajı paylaşıldı. Tepkilerin yoğunluğu karşısında Karasu önce hesabının ele geçirildiğini; Hilal Kaplan adına üzgün olduğunu yazdı. Sonra çalıştığı gazeteden kurumsal bir açıklama geldi; yazarın kendi yazarları olup olmadığını araştırdıklarını söylediler. Bu açıklamanın altına iliştirilmiş bir mesaj dikkatimi çekti. Aşağı yukarı şöyle bir şeydi; “Sırma Karasu’yu uzakta aramayın. Annesi Ayşe Özek Karasu Gazetenizin Genel Yayın Koordinatörü” diyordu. Sırma Karasu’nun twitter hesabına bakarak aşağı yukarı bir fikir edinmiştim. Doğrusu daha fazla araştırma yapma gereği de duymamıştım. Ama annesinin ismi tanıdık gelmekle birlikte yüzünü hatırlayamamıştım. Google’da bir tarama yaptım. Karşıma çıkan özgeçmişte Çetin Özek’in kızı olduğu yazıyordu. Hay Allah!

Merakım iyice arttı. Ayşe Özek Karasu’nun yazılarını okudum bir süre. Çok tatlı, yine mizah yüklü, damıtılmış bir kültürle pek çoklarının dikkatini çekmeyen incelikli meseleleri yine pek çoklarının görmediği açılardan yazan bir gazeteci… Üstelik çalıştığı gazetenin yöneticilerinden.

Şuncağızı da söyleyelim; Çetin Özek hoca, 12 Eylül Darbesi’nin gadrine uğrayanlardandı. 1402’liklerdendi, üniversiteden uzaklaştırılmış, sonra tekrar dönebilmişti. Bu yüzden bizim de öğrencisi olduğumuz yıllarda düşünce ve ifade özgürlüğüne özel önem atfederdi.

İmdi, Çetin Özek’in torunu, o tatlı yazıların sahibi Ayşe Özek Karasu’nun kızı, müzik yazıları yazan (burası önemli, herhangi bir sanat dalında yazan birinin sofistike, incelikli, medeni olmasını bekliyor insan) Sırma Karasu o iğrenç benzetmeyi yapabilmişti işte!

Ama nasıl olur?

Sorunun cevabını kestirmeden, “Beyaz Türklerin” her türlü özgürlüğü kendileri için istediklerini söyleyerek verebiliriz. Hızımızı alamadığımızda, daha pek çok sosyal, psikolojik tahlil de yapmak mümkün. Bu yorumlama bu kez içime sinmiyor, bilmem neden?

***

Aynı günün akşamı, çalıştığı gazete, Sırma Karasu’nun yazılarına son verdiğini duyurdu. Genç gazetecinin yaptığı hatanın bedelini ödediğini düşünüp huzura ermek de mümkün… Hayır, benim için öyle olmadı. O günden beri konu zihnimde dolanıp duruyor. Oysa o gün, sosyal medyada konuyla ilgili tek bir yorum yapmamıştım.

İnsanlık çizgisinde bir yerde kopan bir bağ var ve benim için bu “bağ”, birkaç twitle saf belirleyip öfkemi boşaltmaktan daha önemli.


Hala düşünüyorum Sırma Karasu öyle bir twiti nasıl yazar diye...

10 Mart 2016 Perşembe

BİR TEK KELAMIN PEŞİNDE

Çok sevdiğim türkülerdendir, Kayseri türküsüdür;

 “gesi bağlarında dolanıyorum/
yitirdim yarimi aman aranıyorum/
bir tek kelamına güveniyorum/
gel otur yanıma hallerimi söyleyim/
halimden bilmiyor ben o yari neyleyim/”

Türküyü yakan aşığın bir tek kelama güvenmesi gibi benim de sözcüklerle ilişkim.

Sözcüklerle uğraşmayı seviyorum. Kökenini, imgelemini, işaret ettiği katmanlı anlamları düşünmeyi, takip etmeyi ve bulmayı elbette, çok seviyorum. Sevmek ne kelime, bunlardan herhangi birini keşfettiğimde çocuklar gibi seviniyorum. Bir sözcükle ilgili, o güne dek bilmediğim bir şeyi fark etmek, çok değerli bir kitaptan yeni haberdar olmak gibi benim için. Fena halde heyecanlanıyorum, size abartı gelecek belki ama, kalbimin çarpması bile değişiyor. Allah’tan güzel dostlarım var benim, okuduğum yeni bir kitabı/yazıyı/öyküyü/hikayeyi sesim titreyerek onlarla paylaşabildiğim…

Sözcüklerle ilgili keşiflerimde durum biraz daha farklı. Bu tür tekil keşiflerimde, dostlarımı aramıyorum, iyice delirdiğimi düşünmesinler diye. Kim bilir, bunun sebebi sözcüklerle kurduğum ünsiyetin kaynağında da yatıyor olabilir.

Benim sözcüklerle ilişkim “ev”de başladı. “İyi de herkesin lisanla ve lisanın kurucu unsuru sözcüklerle ilişkisi kendi evinde başlamıştır, bunun belirtilmeye değer farklı nesi var ki?” diyebilirsiniz. Çok da haksız sayılmazsınız, ama rica ederim bitirmeme izin veriniz.

1850’lerde zorla iskanla yerleşik hayata mecbur bırakılan Çukurova Türkmeni bir aileye mensubum ben. İlk başlarda nasıl yerleşik hayata geçeceğini bilemeyen, kendisine devlet tarafından tahsis edilen toprağı işlememek için epeyce direnen aile büyükleri sonunda bakıyorlar ki devlet onlardan daha kararlı, mecburen yerleşik hayata geçip tarıma başlıyorlar. Yıl, 1900’lerin başları olmalı… 1940’ların ikinci yarısına gelindiğinde aileden tek tük okumuş çocuklar çıkmaya başlar artık. Benim neslimde ise, artık üniversite okumak bizim aile (geniş aile) için sıradanlaşmaya başlamıştı. Hatta bir ısrara dönüşmüştü neredeyse. Bu, “çocuğunu okutma” ısrarının, tarımdan (aslında gönül rızasıyla geçmediği halden) kurtulma çabası olduğuna hamlettim sonunda. Bizimkilere sorsanız asla böyle bir cevap vermezler/di. Toprağı öpüp koklayacak kıvama gelmişken bu cevabı nasıl versinler/di değil mi ya? Ama işte sosyal bilinçaltı diye bir şey var.

Okumanın faydaları kadar kaybettirdikleri de oldu kuşkusuz.

Ailede gürül gürül devam eden, temiz, duru Türkçe bir süre sonra yerini gündelik dile bıraktı yerini… Burada –miş’li geçmiş zamanı kullanmam belki daha doğru olur ama kendi tanık olduğum dönemin bana –di’li geçmiş zamanı kullanma hakkını verdiğine inanıyorum.

Bir eşyanın ya da halin nüanslarını gösteren onlarca sözcük varken, biz sonunda gelip tek bir anlama sıkışıp kalmıştık. Hatta, şuncağızı da itiraf etmek hiç haksızlık sayılmaz, ailede okumuş büyüklerden bir kısmının “köylülük” saydığı için (ki, düpedüz köylüyüz) bazı sözcükleri kullanmaktan özenle kaçındıklarını fark ettiğim de olmuştur.

Sözcüklere ilk hassasiyetim nasıl başladı tam hatırlamıyorum. Ama hiç unutmadığım bir örnek vardır, babaannem için bizim gündelik dilde kullandığımız karşılığıyla “bardak” olan eşya “kadef”ti. Ömrünün sonuna kadar bardağa “kadef” demeyi sürdürdü. Ben uzun süre babaannemin bu kullanımının “kadeh”in yerel ağza uyarlanmış hali olduğunu düşünmüştüm. Şimdi nerede okuduğumu hatırlayamıyorum (işte benim de böyle bir kusurum var, bu kadar önemli detayları not almıyorum ve sonra unutuyorum), “kadef” diye ayrı bir sözcük olduğuna rast gelmiştim ve tahmin edeceğiniz üzere yine çok sevinmiştim.

Annem ve babam, kendi çocukluk ve ilk gençliklerinden bahsederken, eşyalara söz geldiğinde, “bizim zamanımızda şu vardı, şöyle denirdi” diye açıklama ihtiyacı duyarlardı. Dinlerken ayrımına vardığımı hiç bilmediğim pek çok sözcüğü zihnime kazıdığımı fark etmem için epey yıllar geçmesi gerekecekti.

Sonraki yıllarda, biz de ablalarımla bu sözcük aktarımını bizden sonrakilere yapmaya başladık. Çocuklara öğretmeye çalışırken aslında biz kendi hafızalarımızı tazeliyor, her birimiz kendi çocukluğumuza dönüyorduk. Yine hoş bir tesadüf ki, en büyüğüyle aramda 19 yaş olan ablalarımla benim aramda da neredeyse bir kuşak vardı ve onların hatırladıklarıyla benim hatırladıklarım elbette aynı değildi. Benim öğrenme sürecim ne mutlu ki hala devam ediyor onlar sayesinde…

Eskilere dair bir sözcük sürpriz yapıp karşıma çıktığında, ben hemen ablalarımdan hangisi denk gelirse onu ararım. Ya da aile buluşmalarında birimizin dilinden unutulmuş bir sözcük döküldüğünde, konuyu unutur hemen o sözcüğün etrafında konuşmaya başlarız.

Orhan Kemal romanlarını başka türlü sevmemin sebebi de budur. Uçsuz bucaksız doğurganlığıyla Çukurova yatar o romanlarda. İnsanlarını tanırım, refleksleri bizim evden fırlayıp çıkmış gibi gelir çoğu kez…

Üç dört yıl önce, Hataylı bir arkadaşım künefe getirmişti memleketinden bana. Kadayıfı kızartılmış, şerbeti ayrıca paketlenmişti. Şerbet paketinin üzerinde şöyle bir not vardı;”Şiresini dökmeden önce kaynatınız.” Paket elimde uzun uzun yazıyı seyretmiştim ocağın başında. Orhan Kemal’e de bir selam göndererek. Hazret, bir konu hararetle tartışılmaya başlandığında keyifle şöyle dermiş;”Ortalık şireleniyor yiğenim!”

Siz olsanız şerbet paketini seyre dalmaz mıydınız yani?

Böyle işte, tanıdık bir sözcük hiç ummadığım bir anda karşıma çıktığında mutlu oluyorum, gözlerim doluyor, eğilip harf harf öpmek geliyor içimden.

***
Yine öyle oldu.
7. Süvari Alayı’nın çekildiği yılı ararken çıktı bu kez “o sözcük” karşıma.

***
Geçen hafta sonu iki ablam, enişteler, yeğenler Çorlu’da toplandık. Pazar günü kahvaltının ardından, hepimizin ortak zevki, TRT Western Kuşağını izlemeye koyulduk. Ekranda 7. Süvari Alayı vardı. Bir ara aklıma geliverdi, “acaba filmin tarihi ne?” diye sordum. Tolga, 1970’lere benziyor dedi. 70’ler onun için epey eski tarih olduğu için ancak o kadar geriye gidebilmişti. Bana göre daha eski olmalıydı film. Hem westernlerin tarihi açısından hem de oyuncuların yüzü ve giysileri bakımından öyleydi. Oyuncuların hiçbirini tanımıyordum. Merakımı gidermek için, bir yandan göz ucuyla filmi izlerken bir yandan da internete girip filmin tarihine baktım. Yanılmamıştım, film 1956’da çekilmişti.

Film, tahmin edileceği üzere, kahraman Birleşik Devletler askerinin vahşi yerlilerle savaşını konu ediniyordu. (Ah bu Hollywood yok mu Hollywood! Nasıl da sahte bir tarih uydurup tüm dünyayı inandırdı buna?!)

Ne ki, internete “7. Süvari Alayı” diye yazdığımda dökülen kayıtlar bambaşka şeyler söylüyordu. İyi ki merak etmiştim filmin tarihini.
Amerika’nın yerli halkı Kızılderililer, beyaz adamın ellerinden birer birer aldığı haklarına kavuşacakları inancıyla kendileri için kutsal bir tören olan “Hayalet Dansı”nı yapıyorlardı 1890 yılının sonlarına yaklaştıklarında.
Evet, Kristof Kolomb’un İspanya Kraliçesine yazdığı mektupta:
“Yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına Majestelerin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar. Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.” diye anlattığı o güzelim Kızılderililer…
Beyaz adam gelmiş ve topraklarını, akarsularını, hayvanlarını ilh. her şeylerini tek tek söküp almıştı ellerinden. Tutunacakları son dal “kutsal”ları kalmış, “Hayalet Dansı” yapıyorlardı işte.  

Ve fakat Birleşik Devletler Savaş Bakanlığı, Kızılderililerin umut dansını savaşa hazırlık olarak yorumlamış ve 7. Süvari Alayı’nı Lakota Siyu’larının kamp bölgesine göndermişti. Tarihe Wounded Knee Katliamı (Yaralı Diz Katliamı) olarak geçen olay, Lakota Siyuları ile Birleşik Devletler arasındaki son büyük çatışmadır. 29 Aralık 1890’da gerçekleşen saldırıda, 62’si kadın ve çocuk en az 153 Kızılderili öldürülmüştür.

General Nelson A. Miles tarafından Yerli İşleri Komisyonu'na yazılan bir mektupta çatışma sonrasındaki olaylar katliam olarak nitelendirilmiştir.
1890'da Wounded Knee'deki Siyu katliamı Kızılderili özgürlüğünün sembolik olarak sonu oldu. Katliamı yaşayan Kara Geyik o gün bir başka şeyin daha öldüğünü söyler: "O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları hâlâ o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada..."
Kara Geyik, 7. Süvari Alayı’nın Pine Ridge ve Rosebud bölgelerinde yaşayan Lakota yerlilerinin sağ kalanlarındandır.
***
Rosebud mı?
Wikipedi’de Wounded Knee Katliamını okurken sözcüğü yanlış görüp görmediğimi kontrol etmek ihtiyacı duydum.
Yo doğruydu, Rosebud bölgesinde yaşayan Lakota Siyularından bahsediliyordu.
***
Orson Welles’in şaheser filmi Yurttaş Kane’de, filmin başkahramanı Charles Foster Kane, o koca medya devi, ölürken tek bir sözcük bırakır geriye: “Rosebud”…
Genç bir gazeteci, kimsenin anlamını ve ne olduğunu bilmediği bu sözcüğün peşine düşer. Charles Foster Kane gibi güçlü, güçlü olduğu kadar nefret edilen ve sonunda yalnız ölen bir adamın son sözcüğünü merak eder. Kane’i tanıyan kimse de bilmemektedir Rosebud’un anlamını. Filmi izleyenler bilirler, Rosebud, Kane’in çocukken sahip olduğu kızağının adıdır ve bir bankacıya verilip evinden gönderilirken geride bıraktığı çocukluğudur.
Sinema tarihinde, “rosebud” sembolizmi üzerine pek çok şey yazıldı. Hatta kimileri, Welles’in başkarakteri üzerine kurduğu ABD’li gazete sahibi ve siyasetçi William Randolph Hearst’ün karısının cinselliğine gönderme olduğunu, bu yüzden Welles’in sinema çevrelerinden dışlandığını ileri sürerler.

Rosebud, kelime anlamı itibariyle “gül tomurcuğu” demektir ve bu da olsa olsa kadın cinselliğine atıf olabilir diye düşünmüş olmalılar. Ya da…

***
Bense 7. Süvari Alayı’nın Wounded Knee katliamını okurken karşıma çıkan Rosebud’la Welles arasında bambaşka bir bağ kurdum.  

Orson Welles’in Yurttaş Kane’de prototip olarak kullandığı medya devi William Randolph Hearst, 1863 ila 1951 yılları arasında yaşamıştır. Wounded Knee katliamı yapıldığında babasının 1880'de San Francisco'da siyasal nedenlerle satın aldığı zor durumdaki Examiner gazetesinin yönetimini çoktan üstlenmişti.

Şimdi şunu sormak çok mu ütopik olur:

Orson Welles gibi eleştirel bir akıl, Rosebud Siyuları katledildiğinde bir gazetenin başında olan William Randolph Hearst’ün kayıtsızlığını eleştirmek için infazcılarının dahi katliam olarak nitelediği Lakota Siyularına, o “gül tomurcuğu” mazlumlara “rosebud”la bir selam göndermiş olamaz mı?


Rosebud’ı böyle okumak çok mu safdillik olur? Yoksa Amerikan Sinema Tarihi’nin Rosebud yerlilerinden hiç haberi yok mudur? Dahası, olmasını istememişler midir? Rosebud’ın Lakota Siyularına gönderme olması yerine William Randolph Hearst’ün karısının cinsel organı olması daha mı çok hoşlarına gitmiştir?


29 Aralık 2015 Salı

TENCERE YEMEĞİ

“Ben daha küçücükken annem başucumda bana Andersen’den masallar okurmuş; oyun havuzumun içinde hep sağda solda kitaplar olurmuş. Önce dişleyerek, sonra yırtarak ilişki kurmuşum kitaplarla… Sonrası malum zaten, okumak benim neredeyse doğarken edindiğim bir alışkanlıktı, bir daha bırakamadım.”

Böyle afili bir giriş yapamayacağım.

Ben okumaya da yemek pişirmeye de mecburen başladım.

Evet hatırlıyorum, ablamın bir Ankara ziyaretinde, akrabamız Ayşe abla (benden dört-beş yaş kadar büyüktür) bana hediye olarak bir kitap göndermişti de bir sömestr tatilinde onu okumaya çalışmıştım. Doğrusu pek zevk almadığımı hatırlıyorum. Yasak savmak kabilinden okumuştum. Kitap, evimizin eski kitaplığında epey bi’ sürünmüştü sonraları… Oysa gayet sevimli bir kitaptı, kapağı güzel, sayfaları gıcırdı. Aklımda hayal meyal kalan konusuna göre, Çalınan Tac olmalı.  

Bir başka başarısız okuma girişimim ise Kemalettin Tuğcu kitaplarından biriyle olmuştu. Benden bir numara büyük ablam tam bir kitap kurduydu Ortaokul yıllarındayken. Aramızda beş yaş var; ablam ortaokula başladığında ben ilkokula başlamıştım. Benim ilkokul ikinci, en fazla üçüncü sınıfta olduğum zamanlar olmalı (sonrasında ablam Lise’yi yatılı okumak üzere evden ayrılmıştı çünkü)… İlçenin o yıllardaki tek iyi kitapçısı olan Cevdet amcayla bir anlaşma yapmışlardı. İki kitap satın alıyor, sonra birini iade edip yerine yeni kitap alıyordu ablam. Böylece tüm Kemalettin Tuğcu külliyatını yalayıp yutmuştu. Bir gün bana da okumam için bir kitabını verdi Tuğcu’nun. Kitabı yarım bırakmıştım, çok acıklı gelmişti çünkü. Bir daha hiç Kemalettin Tuğcu okumadım. Hiç.

(Kemalettin Tuğcu kitaplarını sevmek/sevmemek üzerinden de pekala karakter tahlili yapılabilir. Onu da başka bir yazıya bırakalım.)

Çocukluk çağının en güzel zamanlarıydı. Mahallenin tüm çocukları sokakta saklambaç, yakan top, dokuz taş oynadığımız günler. Baharda Savrun’a gidip çömçeli balık yakaladığımız günler. Bazan kızlar olarak oğlanları lastik oyunumuza aldığımız; bazen oğlanların bilye yarışlarına dahil olduğumuz günler. Dizlerimizin, dirseklerimizin yara kabuğundan kurtulmadığı günler. Benim ne işim olurdu kitaplarla?!

Oyun çağında kitap okumak şehirli çocukların işidir. Oynayacak oyunun, bir sokağın yoksa sığınırsın kitaplara… Ben bunu yıllar sonra, Ayşe ablanın bana gönderdiği ilk ve tek hediye olan kitabı düşünürken anladım. Benim o yıllarda, bir tanıdığa ya da bir arkadaşıma kitap hediye etmek aklımın ucundan geçmezdi. Hoş, o yıllarda taşrada çocuklar birbirlerine hediye falan da almazlardı. Bizim hediyemiz en fazla evden elimize tutuşturulan ekmek arası peynirin ucundan koparıp uzatmak olurdu. 

Sonra Adana günleri başladı. Eski bir Ermeni Yetimhanesi olan yüksek tavanlı okulumuzda, sınıfın tavanına sopayla jelibon yapıştırıp dersin ortasında hocaların kafasına düşmesiyle eğlendiğimiz günler! Pelin, Ela, Şengül ve ben, kendi çetemizi bile kurmuştuk. Bir yandan da hayatla ilgili sorgulamalar, dünyaya ilişkin meraklarımız başlamıştı. Hakan yine ateşli konuşmalar yapıyor, Çiçek hanımı çıldırtıyordu derslerde.

Sekizinci sınıfa geldiğimizde Özal kabinelerini yakından takip ediyor, eğitim sistemine dair iki lakırdının çok ötesinde iddialı cümleler kuruyorduk. “Niye yaratıldık? Neden varız?” sorularına bulduğumuz cevaplarla varoluşsal tüm meselelerimizi çözmüş artık dünyayı kurtarma kıvamına gelmiştik.

O günlerde Günter Walraff’ın En Alttakiler’i yıldırım hızıyla düşmüştü gündeme. Gazete haberlerinde okuduğumuza göre, Türk işçi Ali’nin Alamanya gurbetinde yaşadığı haksızlıklar içimize işlemişti. Ben de gidip kitabı almıştım. Baştan sona büyük heyecanla okumuş, Ali’nin kömür karası yüzündeki yorgunluğuna, yerin metrelerce altında işçi baretiyle verdiği pozlarına defalarca dönüp dönüp bakmıştım. Günter Walraff’ın siyah peruğunun altındaki ince yüzünü hala çok iyi hatırlarım.

İlk satın aldığım kitap, gündemin en popüler konusuyla ilgiliydi.

Sonrası malum, kitaplarla kendi sokağımı kurdum.


(Farkındayım, yemek pişirme kısmı eksik kaldı.)