BAHAR YORGUNLUĞU
Fakültede öğrenciydim henüz.
Sırf merakımdan, bir çocuğun dünyaya
gelişini görmek istemiştim. Nazımın geçtiği bir hastane ortamında, gerekli
hijyen şartları sağlandıktan sonra beni de almışlardı ameliyathaneye. Yeşil örtünün
altından bir çizgi şeklinde görünen annenin karnı, kat kat kesilmiş, artık
neredeyse bebeğe ulaşılmıştı. İçeriyi kaplayan kesif kan kokusunun beni
tutacağını henüz fark etmemiştim; başımın hafiften dönmesini ayakta beklemeye
yormuş, hafifçe arkamdaki kalorifer peteğine yaslanmıştım. Ameliyat masasının
başındaki tanıdık yüz, durumu fark etmiş olmalı ki, hemen dışarı çık demişti. Sebebini
anlayamasam da, uyarıya uymuş, ayaklarımın altından çekilen zemini bulanık
bakışlarla yoklayarak dışarı çıkmıştım. Kapının dışına adımımı atmakla, dünyam
eski haline dönmüş, bulutlar dağılmıştı.
Bir iki dakika sonra güleç yüzüyle
hasta bakıcı dışarı gelmiş ve “kan tuttu seni ya, gel hadi gel, bebek
çıkarılmak üzere” diyerek tekrar içeriye davet etmişti. Biraz da endişeyle
içeri girdiğimde, bebek, annesinin batnından çıkarılıyordu. Birazdan kesilecek
göbek bağı, insanlığın ilk atasıyla son torunu arasındaki o uzun akrabalığı
imlercesine, mor bir uzay yolu gibi uzanıyordu anneyle bebek arasında. Doktorun
ellerinden yeşil örtünün üzerine düşen bebek, özenle kurulanmış, ilk çığlığına
hazır hale gelmişti. Yanlış hatırlamıyorsam bir kızdı. Ben biraz kan tutmasının
sersemliği, biraz dünyaya gelen bir bebeğe tanık olmanın şaşkınlığıyla
gördüklerimi ancak çok sonraları yorumlayabilecek hale gelecektim.
Başka ameliyatlara da girdim izleyici
olarak. İnsan bedeninin sarsıcı muhteşemliğine tanık olmak tuhaf bir tad
bırakıyor zihinde…
***
Baharın yorgunluk sebebi olmasını hep
ilginç bulmuşumdur.
Yeryüzünün tüm mevcudatıyla yeniden
dirildiği, canlandığı bir mevsimin insana yorgunluk vermesi Tanrı’nın ironisi
değilse nedir?
***
26 Haziran 1996 sabahı, gerekli
olacağını düşündüğümüz her şeyi bir çantaya koymuş, yola koyulmuştuk üç kişi…
Hastane uzak sayılmazdı.
Doğum zamanı geldiği halde en ufak
bir sancı vermeyen bebek, artık doktorların yapay sancısıyla dünyaya
getirilecekti. (İlk bebekte de aynısı olmuştu. Doğması gereken zamanı neredeyse
iki hafta geçmiş, plasenta hafif hafif çürümeye başlamıştı ve bebek bir türlü
doğmamıştı. O da suni sancı verilerek doğurtulmuştu. Şaka sebebi olmuştu bu
durum, “yeri rahat demek ki keratanın, hiç gelmek istemiyor” demiştik. Anne
karnında vaktinden çok kalan çocukların –gelişimlerini artık tamamladıkları
için- saçlarının uzadığını o zaman öğrenmiştim. Kuzguni siyah saçları omuzlarına
dökülen, kapkara gözleriyle ışığı seçmeye çalışan bir bebek çıkmıştı
karşımıza.)
İşte yine aynı şey oluyordu. Kardeş
de, doğum vakti geldiği halde hiç işaret vermemişti. Randevu alınmış, ferah
feza hazırlanılmış, hastanenin yolu tutulmuştu. Vardığımızda doğum ekibi bizi
bekliyordu.
Ben refakatçiydim. Gördüğü her şeye, belki
de doğacak bebekten daha acemi bir merakla bakan refakatçi…
Doğum odasına girdik. Sancı
müdahalesi ve diğer gerekli hazırlıklar yapıldı. Annenin kısa aralıklarla
gelmeye başlayan sancılara karşı sabırlı mukavemeti, burnumun direğini
sızlatmaya başlamıştı.
Kaç Ayetel Kürsi okudum Allah bilir?
Doğurmanın yükünü çeken anneye destek
olmam gerektiğini neredeyse tümüyle unutmuş; bir insanın en tabii haliyle
doğmasını ilk kez izliyordum. Haşyetle…
Gözlerimin önünde bir mucize
gerçekleşiyordu.
Upuzun kumral saçları omuzlarına
dökülen bebek, işte artık aramızdaydı. Kolay bir doğum oldu diye sevinmişti
herkes. Sedyenin üzerine serilmiş steril beze yatırdıklarında, çekik iki çizgi
halindeki gözlerini daha açmamıştı. Bembeyaz vücudu plasenta sıvısıyla kaplıydı
hala…
“- Öpebilir miyim? Bebeğe bir zararı
olur mu?”
“-Hayır ama plasenta artıkları var
üzerinde, bu halde öpmeyin. Rahatsız olursunuz.”
“-Peki.”
Yaklaştım ve yüzünü seyrettim uzun
uzun. İnliyordu. Çok yorulmuştu, ağır ağır, derin derin inliyordu bebek.
Doğmak ne zor demek, diye geçirmiştim
içimden. Doğmak ne zor…
***
Baharın yorgunluk sebebi olmasına şaşırmak
sizce de tuhaf değil mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder