YOL
Gariblik bir makam olupdur
Anınçün yol yürümek gerek
Bir imge olarak yol’un içime ilkin nasıl yer ettiğini
hatırlamaya çalışıyorum birkaç gündür.
En eskiye dair hatırladığım şöyle
bir sahne; hasat zamanı ekinlerin başında olmak için her yaz düzenli olarak en
az iki ayımızı geçirdiğimiz köydeyiz yine… Ben dört ya da beş yaşlarımda
olmalıyım. Annemin, her ne işi varsa artık, şehre gitmesi gerekiyor. Sadece
pazartesi ve cuma günleri sabahın neredeyse seher vakti yola çıkan, kasası
yeşil çadır beziyle kaplı jipe binmek üzere. Ben canhıraş ardından ağlıyorum.
Annem, araçtan inerek beni ikna etmeye uğraşmıştı. Evet, hafızam bana
sinematografik bir oyun oynamıyorsa eğer, eteğine sarılıp epey bir süre
bırakmadığımı hatırlıyorum. Neden sonra, baktı ki olacak gibi değil, diğer
yolcuların beklemesinden de mahcup olarak, “gel” dedi. “Eşek sıpası ne çok
ağladın öyle!”
Oysa, o yıllarda kısacık
mesafelerde bile araba tutardı beni.
Gidilen yeri görmek isteğini
içeren –ki zaten yılın önemli bir bölümü o gidilen
yerde geçiyordu ve bu bakımdan köy
her zaman daha cazipti benim için- çocuksu bir meraktan çok, annemden
ayrılmamaktı benim derdim.
Tuhaftır, yolun bu azap verici
etkisine rağmen, felek bana çok erken zamanlarda yola düşme sürprizini hazırladı. İnsan, her türlü duruma bir
şekilde uyum sağlamak kabiliyetine de sahip Tanrı vergisi bir yetiyle;
“Surviving” … Ben de, ilerleyen yıllar içinde yol ile anlaşmam gerektiğini
anladım. Birbirimizi sevmeyeceksek bile, tahammül etmeliydik yek diğerimize.
Bir de, yola ilişkin bir başka
güçlü imge olarak aklımda bir film sahnesi kalmış; 90’lı yılların başıydı. O
günlerde çok ses getirmişti film. Şimdi adını hatırlayamamaktan çok utanıyorum
ama neylersin! Anadolu’nun ücra bir kasabasından yaban ellere umut (evet
UMUT’tu sanırım) devşirmeye giden bir karı kocanın hikayesiydi. Başroldeki kadın
oyuncu Nur Sürer… Birer küçük çantayla karı koca yola çıkmışlardı. Kadın,
yaşadığı –adeta kaçtığı- yerin toprak yolunda kocasına yetişmeye çalışıyordu.
Ne ki, kadınca bir insiyakla –içinde yaşadıkları ağır şartlara inat- süslenmiş
püslenmişti. Ayağına topuklu bir ayakkabı giymişti. Toprak yolda topuklu
ayakkabıyla yürümek bile eza iken, o, koşar adımlarla kocasına yetişmeye
çalışıyordu. Bu trajikomik çelişki, o dakikaya kadar göz yaşlarıyla filmi
izleyen bir salon dolusu izleyiciyi güldürmeye yetmişti.
Tanrı’nın yaradılış alemine
kodladığı, çokluk içinde teklik, zıtların vahdeti esprisinin en çok yol imgesi
üzerinden anlaşılabileceğini müdrik olduğumda, yol ile aramızda bir aşk yolaldı.
Hicret, şahikasıdır yolun.
Yol, kahırla terk edişi anlattığı
kadar umuda çağıran bir sestir aynı zamanda.
Ayıran olduğu kadar birleştiren;
gurbet olduğu kadar sıladır da yol…
Yola çıkmadan yol ehli olamamak
bundan olsa gerek.
---
Not: Bu yazı İstanbul BİRNOKTA Dergisi'nin YOL temalı sayısında yayımlanmıştır.