29 Kasım 2016 Salı

YOL
                                                                      
                                                                                                                 Gariblik bir makam olupdur
          Anınçün yol yürümek gerek   
                                           

Bir imge olarak yol’un içime ilkin nasıl yer ettiğini hatırlamaya çalışıyorum birkaç gündür.

En eskiye dair hatırladığım şöyle bir sahne; hasat zamanı ekinlerin başında olmak için her yaz düzenli olarak en az iki ayımızı geçirdiğimiz köydeyiz yine… Ben dört ya da beş yaşlarımda olmalıyım. Annemin, her ne işi varsa artık, şehre gitmesi gerekiyor. Sadece pazartesi ve cuma günleri sabahın neredeyse seher vakti yola çıkan, kasası yeşil çadır beziyle kaplı jipe binmek üzere. Ben canhıraş ardından ağlıyorum. Annem, araçtan inerek beni ikna etmeye uğraşmıştı. Evet, hafızam bana sinematografik bir oyun oynamıyorsa eğer, eteğine sarılıp epey bir süre bırakmadığımı hatırlıyorum. Neden sonra, baktı ki olacak gibi değil, diğer yolcuların beklemesinden de mahcup olarak, “gel” dedi. “Eşek sıpası ne çok ağladın öyle!”

Oysa, o yıllarda kısacık mesafelerde bile araba tutardı beni.

Gidilen yeri görmek isteğini içeren –ki zaten yılın önemli bir bölümü o gidilen yerde geçiyordu ve bu bakımdan köy her zaman daha cazipti benim için- çocuksu bir meraktan çok, annemden ayrılmamaktı benim derdim.

Tuhaftır, yolun bu azap verici etkisine rağmen, felek bana çok erken zamanlarda yola düşme sürprizini hazırladı. İnsan, her türlü duruma bir şekilde uyum sağlamak kabiliyetine de sahip Tanrı vergisi bir yetiyle; “Surviving” … Ben de, ilerleyen yıllar içinde yol ile anlaşmam gerektiğini anladım. Birbirimizi sevmeyeceksek bile, tahammül etmeliydik yek diğerimize. 

Bir de, yola ilişkin bir başka güçlü imge olarak aklımda bir film sahnesi kalmış; 90’lı yılların başıydı. O günlerde çok ses getirmişti film. Şimdi adını hatırlayamamaktan çok utanıyorum ama neylersin! Anadolu’nun ücra bir kasabasından yaban ellere umut (evet UMUT’tu sanırım) devşirmeye giden bir karı kocanın hikayesiydi. Başroldeki kadın oyuncu Nur Sürer… Birer küçük çantayla karı koca yola çıkmışlardı. Kadın, yaşadığı –adeta kaçtığı- yerin toprak yolunda kocasına yetişmeye çalışıyordu. Ne ki, kadınca bir insiyakla –içinde yaşadıkları ağır şartlara inat- süslenmiş püslenmişti. Ayağına topuklu bir ayakkabı giymişti. Toprak yolda topuklu ayakkabıyla yürümek bile eza iken, o, koşar adımlarla kocasına yetişmeye çalışıyordu. Bu trajikomik çelişki, o dakikaya kadar göz yaşlarıyla filmi izleyen bir salon dolusu izleyiciyi güldürmeye yetmişti.

Tanrı’nın yaradılış alemine kodladığı, çokluk içinde teklik, zıtların vahdeti esprisinin en çok yol imgesi üzerinden anlaşılabileceğini müdrik olduğumda, yol ile aramızda bir aşk yolaldı.

Hicret, şahikasıdır yolun.

Yol, kahırla terk edişi anlattığı kadar umuda çağıran bir sestir aynı zamanda.

Ayıran olduğu kadar birleştiren; gurbet olduğu kadar sıladır da yol…


Yola çıkmadan yol ehli olamamak bundan olsa gerek. 

---
Not: Bu yazı İstanbul BİRNOKTA Dergisi'nin YOL temalı sayısında yayımlanmıştır.