4 Haziran 2016 Cumartesi

GÜNLER EVİNE GİDERKEN…(*)

Ümmi insanları hayatta diğerlerinden farklı kılan en başat özellikleri, edindikleri her bilgiyi bizzat tecrübe ederek, yaşayarak öğrenmeleridir. Ol sebepten bildikleri her şey varlıklarıyla mündemiç haldedir; üzerlerinde sakil durmaz hiçbir şey… Öğrenilmiş bilgi öyle mi ya; yeterince sindirilmemişse eğer, bir gün bir yerde pot veriverir.

Benim annem ümmi idi.

***
“-Anne sen ne zaman doğmuşsun?” sorusunun yanıtı da, taşrada doğan pek çok başka insanın vereceği yanıtla hemkaderdi. Taşrada insanların doğum günleri olmaz zira, olsa olsa doğum zamanları vardır.

“-Dedem İmam Abdullah öldüğünde ben daha yaşıma değmemişim. 6 ayı geçmişim Nene’nin söylediğine göre.” hesabından yola çıkarak annemin doğum tarihini 1935 sonları 1936 başları olarak tesbit etmiştik. Çocukluğu ve ilk gençliği, Çukurova’nın yarı dağlık bir köyünde, 1940’ların sonlarına kadar kıtlık yıllarını, tek parti otoritesini bizzat yaşayarak geçmişti.

Pek çok boy gibi, bizim sülalemiz de Çukurova’nın otorite tanımayan Türkmen boylarını ıslah etmek için Adana Valiliği’ne tayin edilen Cevdet Paşa’nın 1850’lerin ortalarında zorunlu iskan politikasına muhatap kalmıştı. Annemin çocukluğu, yazlak için geldikleri ve mecburen kaldıkları (şimdiki) köyümüzde, aradan neredeyse bir asır geçmiş olmasına karşın, geniş ailenin daha hala gurbette kalmışlık duygusunu bırakamadığı yıllardır… Müthiş bir içe kapanmışlıkla yaşadıkları yıllar! Oysa köklerinin bağlı olduğu Misis (Adana merkeze bağlı bir beldedir), hepi topu bir günlük yoldur o zamanlar. Bugün ise bir saatte alınacak bir mesafe… Obadan ayrı düşmüş bir grup insan, 1940’larda artık bulundukları yere yerleşmeleri gerektiğine kani olurlar; dört elle sarılırlar toprağa, kök çıkarıp birer evlek “yurt” kurarlar kendilerine… Bizim çocukluğumuzda dahi, köye ne zaman gitsek büyükler anlatırlardı eski “yurt”larını; şurası falancanın ilk yurduydu, şurası filankesin…

Belki de bu mecburi konaklamanın etkisiyle, yazıda yabanda kalmaktan çok korkardı annemin kuşağı; ev, annem için her şeydi. Ev, bahçedeki mandalina ağacıydı, salondaki koltuk takımıydı, mutfaktaki bakır bakraç, kümesteki tavuklar, bahçe duvarının dibine ekilmiş yeşil nane, maydanoz, tere… Ev denince bunlar bir “küll” olurdu. Hiç birinden vazgeçilmez, hiç biri ihmal edilemezdi.

Eğer çocuklarının annem üzerinde bir hakkı kaldıysa, ancak budur; evi bırakamadığı için çocuklarının kurduğu yeni evlerde birer güncük olsun kalmamış olmasıdır.

***
Türkülerle hatırlarım ben annemi.
PeReJa Limon Kolonyasıyla.
Arko kremle.

***
Dedemin çeyiz hediyesi olan Singer dikiş makinasının başında dikiş dikerken söylediği türkülerle hatırlarım.

Bir yandan makinanın kolunu çevirirken bir yandan da o ince sesiyle türkü söylerdi;

 “Dam başında sarı çiçek oy oy
Burdan göçek Ürgüp’e gidek
Nenni de Feridem neni
Ürgüp’e vardığımız gece oy oy
Hak yoluna kurban kesek
Nenni de Feridem nenni”

İlerleyen yıllarda, dikiş makinası da yaşlılığın emarelerini verir, dikiş çizgisini kaydırır olmuştu. İşte o vakitlerde ben annemin dikiş çırağı olur; makine dikişi eğri vermesin diye, kumaşı bir sabitede tutardım. Türküler kulaklarımda…

Şimdi bile Bedia Akartürk’ü kollarız radyoda, televizyonda ablalarımla; annemin en sevdiği “Feridem” yorumu onundur çünkü.

***
Modern zamanların hiçbir anne – kız çatışmasını yaşamadık biz. Bu iyi mi kötü mü hala bilmem. Dokuzu yaşayan on çocuk dünyaya getirmişti annem. Ben bunların sonuncusuyum. Hayat gailesi içinde çırpındıkları, çocukları büyütüp okutmaya çalıştıkları zamanların acısını çıkarırcasına, diğer çocuklarına gösteremedikleri ilginin tamamını bana boca etmişti annem ve babam. Ben bir bakıma çocuk değil torun gibi büyümüştüm onların elinde.

***
Üniversite Hastanesi’nin iki kişilik odasında, ben artık kocaman olmuş halimle, refakatçi idim anneme. Başka kim olursa olsun ikinci refakatçi bendim. Ayrılık zamanı yaklaşıyordu ve hiç birimiz bu gerçeği itiraf etmeye yanaşmıyorduk.

“-Yüzü bir kere olsun ekşimedi.” diye anlattığını duymuştum.
“- Olur mu anne, ne demek rahatsız olmak; kim yapacak peki bunları biz yapmayacağız da?!”

Bir buçuk aydan kısa bir zamandı Hastanede geçen süre…

Kocası yıllar evvel ölmüş yan odadaki dul kadının beş çocuğunun en büyüğü 14-15 yaşlarında adaşım bir kızcağızdı. Annesine bağlanan sondanın hortumunu parmağına dolar çevirirdi sıkıldıkça. Annem yattığı yerden kaygılanmaya çoktan başlamıştı; bu kadıncağız ölürse bu çocuklar ne olacak diye… Başlarında büyük diye kalacak abla, oyun çocuğu kıvamından bir parmak ileride değildi. Sedyeye binip kaydırak oynayan abla… Annem yan odada yatan kadın için endişelenedursun, ben kendimle meşguldüm. Lise yıllarında her hafta sonu, okul formam üzerimde soluğu Adana Garajlarda alıp koşa koşa eve gelir, kucağına sokulup uyurdum ya annemin; şimdi bu hastane odasında annem yanında uyutmamak için türlü numaralar çevirmeye başlamıştı. İkimiz de farkındaydık.

***
İnsan, en çok kayıplarının ardından minnet etmeye başlıyor rüyalara.

***
“- Aman Bedriye, kısa olmasın kurban olayım.”

Annemin hatırladığım en genç hali, Terzi Bedriye ablaya elbise provası verdiği zamanlar. Terzi Bedriye ablanın, dikiş dikmekten iyice bozulmuş gözleriyle, toplu iğneleri tek tek özenle kumaşa iliklediğini, kurutulmuş beyaz sabunla prova çıkardığını, teyel çektiğini, gözlüklerinin kalın camlarının arkasından uzun uzun annemin üzerindeki elbisede hata aradığını hala çok iyi hatırlıyorum.

Ben o zamanlar 7 – 8 yaşlarında olmalıyım. Komşumuz Bedriye ablanın bir odası terzihaneye çevrilmiş evinin kapısından içeri girerken daha, merakla etrafı seyre dalardım. Kocaman demir bir makası vardı. Kumaşın bir ucundan taktı mı öbür tarafından çıkarırdı. Hiç eli titremez, eğri kesmezdi. Bir çocuk için ne inanılmaz başarıydı bu kusursuz kesim!

Annem sabırla (hep sabırlıydı, neden o kadar sabırlıydı sanki, insan hiç mi bir şeyden şikayet etmezdi, etmezdi annem) Bedriye ablanın işini tamamlamasını beklerdi.
Ben, annemin incecik dudaklarının kenarına ilişen gülümsemesini seyrederdim.

***
Çukurova’nın münbit rahminden bereket fışkıran günler gelip çatmıştı işte. Ova yeşile boyanmış, ekinler dize kadar boy vermeye başlamıştı. Bir yandan çisil çisil yağmur yağıyor, Çukurova’nın kurdu kuşu börtü böceği yağmurun rahmet korosuna katılıyordu.

Konvoyumuz bir petrol istasyonunda ihtiyaç molası vermişti. Emaneti almış gidiyorduk. Araçtan indiğimde uzun uzun Çukurova’yı seyrettiğimi hatırlıyorum. Hayal miydi gerçek miydi gördüklerim, anlamaya çalışıyordum.

1993’ün 7 Nisan’ı böyle bir gündü işte.

***
Bunlar böyle ne konuşuyorlar saatlerce, hiç mi bitmez konuşacakları diye meraktan öldüğümüz sohbetleri konusunda ne annem ne de teyzem ser verip sır vermezlerdi.

***
Anadolu’nun muhkem adetlerindendir, eğer gasli yapacak yakınları varsa, bu görevi bir başkasına bırakmak olmaz.
Teyzem yüzünden dökülen kardeş acısına rağmen, dimdik girdi odaya ve “hadi” dedi, “hadi annenize son vazifenizi yerine getirin.”

***

Tanrım bir sol ayak bu kadar mı güzel olur?



-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*) Bu yazı, Nihayet Dergisi'nin Ekim 2015 sayısında yayımlanmıştır. 

1 yorum:

  1. Rabbim Cennette kavuştursun. Tesadüf olarak okudum.insan tavada bişmezmiş böyle böyle hayat insanı hazırlar gelecege. Anneler kutsaldır bizim islâm dinimizde.cennet ve bereketin sifresiz anahtarlarıdır. Derya hanım daha güzel yazılar yok yok kitaplar yaz insaallah. Yazınızla Annannemin ekinler bicilirken dogdu, dayın deyişini hatırlattın.
    Hayatınız kitap yazma başarıları ile dolsun huzurlu mutlu saglıklı olun. ALİ YILMAZ KONYA Emekli malimuşavir muhasebeciyim.Saglıcaklı kalın, Hürmetler.

    YanıtlaSil