GÜNLER EVİNE GİDERKEN…(*)
Ümmi
insanları hayatta diğerlerinden farklı kılan en başat özellikleri, edindikleri
her bilgiyi bizzat tecrübe ederek, yaşayarak öğrenmeleridir. Ol sebepten
bildikleri her şey varlıklarıyla mündemiç haldedir; üzerlerinde sakil durmaz
hiçbir şey… Öğrenilmiş bilgi öyle mi ya; yeterince sindirilmemişse eğer, bir
gün bir yerde pot veriverir.
Benim
annem ümmi idi.
***
“-Anne
sen ne zaman doğmuşsun?” sorusunun yanıtı da, taşrada doğan pek çok başka
insanın vereceği yanıtla hemkaderdi. Taşrada insanların doğum günleri olmaz
zira, olsa olsa doğum zamanları vardır.
“-Dedem
İmam Abdullah öldüğünde ben daha yaşıma değmemişim. 6 ayı geçmişim Nene’nin
söylediğine göre.” hesabından yola çıkarak annemin doğum tarihini 1935 sonları
1936 başları olarak tesbit etmiştik. Çocukluğu ve ilk gençliği, Çukurova’nın
yarı dağlık bir köyünde, 1940’ların sonlarına kadar kıtlık yıllarını, tek parti
otoritesini bizzat yaşayarak geçmişti.
Pek
çok boy gibi, bizim sülalemiz de Çukurova’nın otorite tanımayan Türkmen
boylarını ıslah etmek için Adana Valiliği’ne tayin edilen Cevdet Paşa’nın
1850’lerin ortalarında zorunlu iskan politikasına muhatap kalmıştı. Annemin
çocukluğu, yazlak için geldikleri ve mecburen kaldıkları (şimdiki) köyümüzde, aradan
neredeyse bir asır geçmiş olmasına karşın, geniş ailenin daha hala gurbette
kalmışlık duygusunu bırakamadığı yıllardır… Müthiş bir içe kapanmışlıkla
yaşadıkları yıllar! Oysa köklerinin bağlı olduğu Misis (Adana merkeze bağlı bir beldedir), hepi topu bir günlük yoldur o
zamanlar. Bugün ise bir saatte alınacak bir mesafe… Obadan ayrı düşmüş bir grup
insan, 1940’larda artık bulundukları yere yerleşmeleri gerektiğine kani
olurlar; dört elle sarılırlar toprağa, kök çıkarıp birer evlek “yurt” kurarlar
kendilerine… Bizim çocukluğumuzda dahi, köye ne zaman gitsek büyükler
anlatırlardı eski “yurt”larını; şurası falancanın ilk yurduydu, şurası
filankesin…
Belki
de bu mecburi konaklamanın etkisiyle, yazıda
yabanda kalmaktan çok korkardı annemin kuşağı; ev, annem için her şeydi.
Ev, bahçedeki mandalina ağacıydı, salondaki koltuk takımıydı, mutfaktaki bakır
bakraç, kümesteki tavuklar, bahçe duvarının dibine ekilmiş yeşil nane,
maydanoz, tere… Ev denince bunlar bir “küll” olurdu. Hiç birinden vazgeçilmez,
hiç biri ihmal edilemezdi.
Eğer
çocuklarının annem üzerinde bir hakkı kaldıysa, ancak budur; evi bırakamadığı
için çocuklarının kurduğu yeni evlerde birer güncük olsun kalmamış olmasıdır.
***
Türkülerle
hatırlarım ben annemi.
PeReJa
Limon Kolonyasıyla.
Arko
kremle.
***
Dedemin
çeyiz hediyesi olan Singer dikiş makinasının başında dikiş dikerken söylediği
türkülerle hatırlarım.
Bir
yandan makinanın kolunu çevirirken bir yandan da o ince sesiyle türkü söylerdi;
“Dam başında sarı çiçek oy oy
Burdan
göçek Ürgüp’e gidek
Nenni
de Feridem neni
Ürgüp’e
vardığımız gece oy oy
Hak
yoluna kurban kesek
Nenni
de Feridem nenni”
İlerleyen
yıllarda, dikiş makinası da yaşlılığın emarelerini verir, dikiş çizgisini
kaydırır olmuştu. İşte o vakitlerde ben annemin dikiş çırağı olur; makine
dikişi eğri vermesin diye, kumaşı bir sabitede tutardım. Türküler kulaklarımda…
Şimdi
bile Bedia Akartürk’ü kollarız radyoda, televizyonda ablalarımla; annemin en
sevdiği “Feridem” yorumu onundur çünkü.
***
Modern
zamanların hiçbir anne – kız çatışmasını yaşamadık biz. Bu iyi mi kötü mü hala
bilmem. Dokuzu yaşayan on çocuk dünyaya getirmişti annem. Ben bunların
sonuncusuyum. Hayat gailesi içinde çırpındıkları, çocukları büyütüp okutmaya
çalıştıkları zamanların acısını çıkarırcasına, diğer çocuklarına
gösteremedikleri ilginin tamamını bana boca etmişti annem ve babam. Ben bir
bakıma çocuk değil torun gibi büyümüştüm onların elinde.
***
Üniversite
Hastanesi’nin iki kişilik odasında, ben artık kocaman olmuş halimle, refakatçi
idim anneme. Başka kim olursa olsun ikinci refakatçi bendim. Ayrılık zamanı
yaklaşıyordu ve hiç birimiz bu gerçeği itiraf etmeye yanaşmıyorduk.
“-Yüzü
bir kere olsun ekşimedi.” diye anlattığını duymuştum.
“-
Olur mu anne, ne demek rahatsız olmak; kim yapacak peki bunları biz
yapmayacağız da?!”
Bir
buçuk aydan kısa bir zamandı Hastanede geçen süre…
Kocası
yıllar evvel ölmüş yan odadaki dul kadının beş çocuğunun en büyüğü 14-15
yaşlarında adaşım bir kızcağızdı. Annesine bağlanan sondanın hortumunu
parmağına dolar çevirirdi sıkıldıkça. Annem yattığı yerden kaygılanmaya çoktan
başlamıştı; bu kadıncağız ölürse bu çocuklar ne olacak diye… Başlarında büyük
diye kalacak abla, oyun çocuğu kıvamından bir parmak ileride değildi. Sedyeye
binip kaydırak oynayan abla… Annem yan odada yatan kadın için endişelenedursun,
ben kendimle meşguldüm. Lise yıllarında her hafta sonu, okul formam üzerimde
soluğu Adana Garajlarda alıp koşa koşa eve gelir, kucağına sokulup uyurdum ya
annemin; şimdi bu hastane odasında annem yanında uyutmamak için türlü numaralar
çevirmeye başlamıştı. İkimiz de farkındaydık.
***
İnsan,
en çok kayıplarının ardından minnet etmeye başlıyor rüyalara.
***
“-
Aman Bedriye, kısa olmasın kurban olayım.”
Annemin
hatırladığım en genç hali, Terzi Bedriye ablaya elbise provası verdiği
zamanlar. Terzi Bedriye ablanın, dikiş dikmekten iyice bozulmuş gözleriyle,
toplu iğneleri tek tek özenle kumaşa iliklediğini, kurutulmuş beyaz sabunla
prova çıkardığını, teyel çektiğini, gözlüklerinin kalın camlarının arkasından
uzun uzun annemin üzerindeki elbisede hata aradığını hala çok iyi hatırlıyorum.
Ben
o zamanlar 7 – 8 yaşlarında olmalıyım. Komşumuz Bedriye ablanın bir odası
terzihaneye çevrilmiş evinin kapısından içeri girerken daha, merakla etrafı
seyre dalardım. Kocaman demir bir makası vardı. Kumaşın bir ucundan taktı mı
öbür tarafından çıkarırdı. Hiç eli titremez, eğri kesmezdi. Bir çocuk için ne
inanılmaz başarıydı bu kusursuz kesim!
Annem
sabırla (hep sabırlıydı, neden o kadar sabırlıydı sanki, insan hiç mi bir
şeyden şikayet etmezdi, etmezdi annem) Bedriye ablanın işini tamamlamasını
beklerdi.
Ben,
annemin incecik dudaklarının kenarına ilişen gülümsemesini seyrederdim.
***
Çukurova’nın
münbit rahminden bereket fışkıran günler gelip çatmıştı işte. Ova yeşile
boyanmış, ekinler dize kadar boy vermeye başlamıştı. Bir yandan çisil çisil
yağmur yağıyor, Çukurova’nın kurdu kuşu börtü böceği yağmurun rahmet korosuna
katılıyordu.
Konvoyumuz
bir petrol istasyonunda ihtiyaç molası vermişti. Emaneti almış gidiyorduk.
Araçtan indiğimde uzun uzun Çukurova’yı seyrettiğimi hatırlıyorum. Hayal miydi
gerçek miydi gördüklerim, anlamaya çalışıyordum.
1993’ün
7 Nisan’ı böyle bir gündü işte.
***
Bunlar
böyle ne konuşuyorlar saatlerce, hiç mi bitmez konuşacakları diye meraktan
öldüğümüz sohbetleri konusunda ne annem ne de teyzem ser verip sır vermezlerdi.
***
Anadolu’nun
muhkem adetlerindendir, eğer gasli yapacak yakınları varsa, bu görevi bir
başkasına bırakmak olmaz.
Teyzem
yüzünden dökülen kardeş acısına rağmen, dimdik girdi odaya ve “hadi” dedi,
“hadi annenize son vazifenizi yerine getirin.”
***
Tanrım
bir sol ayak bu kadar mı güzel olur?
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*) Bu yazı, Nihayet Dergisi'nin Ekim 2015 sayısında yayımlanmıştır.
Rabbim Cennette kavuştursun. Tesadüf olarak okudum.insan tavada bişmezmiş böyle böyle hayat insanı hazırlar gelecege. Anneler kutsaldır bizim islâm dinimizde.cennet ve bereketin sifresiz anahtarlarıdır. Derya hanım daha güzel yazılar yok yok kitaplar yaz insaallah. Yazınızla Annannemin ekinler bicilirken dogdu, dayın deyişini hatırlattın.
YanıtlaSilHayatınız kitap yazma başarıları ile dolsun huzurlu mutlu saglıklı olun. ALİ YILMAZ KONYA Emekli malimuşavir muhasebeciyim.Saglıcaklı kalın, Hürmetler.