BİR TEK
KELAMIN PEŞİNDE
Çok sevdiğim türkülerdendir,
Kayseri türküsüdür;
“gesi
bağlarında dolanıyorum/
yitirdim yarimi aman aranıyorum/
bir tek kelamına güveniyorum/
gel otur yanıma hallerimi söyleyim/
halimden bilmiyor ben o yari neyleyim/”
Türküyü yakan aşığın
bir tek kelama güvenmesi gibi benim de sözcüklerle ilişkim.
Sözcüklerle uğraşmayı
seviyorum. Kökenini, imgelemini, işaret ettiği katmanlı anlamları düşünmeyi,
takip etmeyi ve bulmayı elbette, çok seviyorum. Sevmek ne kelime, bunlardan
herhangi birini keşfettiğimde çocuklar gibi seviniyorum. Bir sözcükle ilgili, o
güne dek bilmediğim bir şeyi fark etmek, çok değerli bir kitaptan yeni haberdar
olmak gibi benim için. Fena halde heyecanlanıyorum, size abartı gelecek belki
ama, kalbimin çarpması bile değişiyor. Allah’tan güzel dostlarım var benim,
okuduğum yeni bir kitabı/yazıyı/öyküyü/hikayeyi sesim titreyerek onlarla
paylaşabildiğim…
Sözcüklerle ilgili
keşiflerimde durum biraz daha farklı. Bu tür tekil keşiflerimde, dostlarımı
aramıyorum, iyice delirdiğimi düşünmesinler diye. Kim bilir, bunun sebebi
sözcüklerle kurduğum ünsiyetin kaynağında da yatıyor olabilir.
Benim sözcüklerle
ilişkim “ev”de başladı. “İyi de herkesin lisanla ve lisanın kurucu
unsuru sözcüklerle ilişkisi kendi evinde başlamıştır, bunun belirtilmeye değer
farklı nesi var ki?” diyebilirsiniz. Çok da haksız sayılmazsınız, ama rica
ederim bitirmeme izin veriniz.
1850’lerde zorla iskanla yerleşik hayata mecbur
bırakılan Çukurova Türkmeni bir aileye mensubum ben. İlk başlarda nasıl
yerleşik hayata geçeceğini bilemeyen, kendisine devlet tarafından tahsis edilen
toprağı işlememek için epeyce direnen aile büyükleri sonunda bakıyorlar ki
devlet onlardan daha kararlı, mecburen yerleşik hayata geçip tarıma
başlıyorlar. Yıl, 1900’lerin başları olmalı… 1940’ların ikinci yarısına
gelindiğinde aileden tek tük okumuş çocuklar çıkmaya başlar artık. Benim
neslimde ise, artık üniversite okumak bizim aile (geniş aile) için
sıradanlaşmaya başlamıştı. Hatta bir ısrara dönüşmüştü neredeyse. Bu, “çocuğunu okutma” ısrarının, tarımdan
(aslında gönül rızasıyla geçmediği halden) kurtulma çabası olduğuna hamlettim
sonunda. Bizimkilere sorsanız asla böyle bir cevap vermezler/di. Toprağı öpüp
koklayacak kıvama gelmişken bu cevabı nasıl versinler/di değil mi ya? Ama işte
sosyal bilinçaltı diye bir şey var.
Okumanın faydaları kadar kaybettirdikleri de oldu
kuşkusuz.
Ailede gürül gürül devam eden, temiz, duru Türkçe
bir süre sonra yerini gündelik dile bıraktı yerini… Burada –miş’li geçmiş
zamanı kullanmam belki daha doğru olur ama kendi tanık olduğum dönemin bana –di’li
geçmiş zamanı kullanma hakkını verdiğine inanıyorum.
Bir eşyanın ya da halin nüanslarını gösteren onlarca
sözcük varken, biz sonunda gelip tek bir anlama sıkışıp kalmıştık. Hatta,
şuncağızı da itiraf etmek hiç haksızlık sayılmaz, ailede okumuş büyüklerden bir
kısmının “köylülük” saydığı için (ki,
düpedüz köylüyüz) bazı sözcükleri kullanmaktan özenle kaçındıklarını fark
ettiğim de olmuştur.
Sözcüklere ilk hassasiyetim nasıl başladı tam
hatırlamıyorum. Ama hiç unutmadığım bir örnek vardır, babaannem için bizim
gündelik dilde kullandığımız karşılığıyla “bardak”
olan eşya “kadef”ti. Ömrünün sonuna
kadar bardağa “kadef” demeyi
sürdürdü. Ben uzun süre babaannemin bu kullanımının “kadeh”in yerel ağza uyarlanmış hali olduğunu düşünmüştüm. Şimdi
nerede okuduğumu hatırlayamıyorum (işte benim de böyle bir kusurum var, bu
kadar önemli detayları not almıyorum ve sonra unutuyorum), “kadef” diye ayrı
bir sözcük olduğuna rast gelmiştim ve tahmin edeceğiniz üzere yine çok
sevinmiştim.
Annem ve babam, kendi çocukluk ve ilk
gençliklerinden bahsederken, eşyalara söz geldiğinde, “bizim zamanımızda şu vardı, şöyle denirdi” diye açıklama ihtiyacı
duyarlardı. Dinlerken ayrımına vardığımı hiç bilmediğim pek çok sözcüğü zihnime
kazıdığımı fark etmem için epey yıllar geçmesi gerekecekti.
Sonraki yıllarda, biz de ablalarımla bu sözcük
aktarımını bizden sonrakilere yapmaya başladık. Çocuklara öğretmeye çalışırken
aslında biz kendi hafızalarımızı tazeliyor, her birimiz kendi çocukluğumuza
dönüyorduk. Yine hoş bir tesadüf ki, en büyüğüyle aramda 19 yaş olan
ablalarımla benim aramda da neredeyse bir kuşak vardı ve onların
hatırladıklarıyla benim hatırladıklarım elbette aynı değildi. Benim öğrenme
sürecim ne mutlu ki hala devam ediyor onlar sayesinde…
Eskilere dair bir sözcük sürpriz yapıp karşıma
çıktığında, ben hemen ablalarımdan hangisi denk gelirse onu ararım. Ya da aile
buluşmalarında birimizin dilinden unutulmuş bir sözcük döküldüğünde, konuyu
unutur hemen o sözcüğün etrafında konuşmaya başlarız.
Orhan Kemal romanlarını başka türlü sevmemin sebebi
de budur. Uçsuz bucaksız doğurganlığıyla Çukurova yatar o romanlarda.
İnsanlarını tanırım, refleksleri bizim evden fırlayıp çıkmış gibi gelir çoğu
kez…
Üç dört yıl önce, Hataylı bir arkadaşım künefe
getirmişti memleketinden bana. Kadayıfı kızartılmış, şerbeti ayrıca
paketlenmişti. Şerbet paketinin üzerinde şöyle bir not vardı;”Şiresini dökmeden önce kaynatınız.” Paket
elimde uzun uzun yazıyı seyretmiştim ocağın başında. Orhan Kemal’e de bir selam
göndererek. Hazret, bir konu hararetle tartışılmaya başlandığında keyifle şöyle
dermiş;”Ortalık şireleniyor yiğenim!”
Siz olsanız şerbet paketini seyre dalmaz mıydınız
yani?
Böyle işte, tanıdık bir sözcük hiç ummadığım bir
anda karşıma çıktığında mutlu oluyorum, gözlerim doluyor, eğilip harf harf
öpmek geliyor içimden.
***
Yine öyle oldu.
7. Süvari Alayı’nın çekildiği yılı ararken çıktı bu
kez “o sözcük” karşıma.
***
Geçen hafta sonu iki ablam, enişteler, yeğenler
Çorlu’da toplandık. Pazar günü kahvaltının ardından, hepimizin ortak zevki, TRT
Western Kuşağını izlemeye koyulduk. Ekranda 7.
Süvari Alayı vardı. Bir ara aklıma geliverdi, “acaba filmin tarihi ne?”
diye sordum. Tolga, 1970’lere benziyor dedi. 70’ler onun için epey eski tarih
olduğu için ancak o kadar geriye gidebilmişti. Bana göre daha eski olmalıydı
film. Hem westernlerin tarihi açısından hem de oyuncuların yüzü ve giysileri
bakımından öyleydi. Oyuncuların hiçbirini tanımıyordum. Merakımı gidermek için,
bir yandan göz ucuyla filmi izlerken bir yandan da internete girip filmin
tarihine baktım. Yanılmamıştım, film 1956’da çekilmişti.
Film, tahmin edileceği üzere, kahraman Birleşik
Devletler askerinin vahşi yerlilerle savaşını konu ediniyordu. (Ah bu Hollywood yok mu Hollywood! Nasıl da
sahte bir tarih uydurup tüm dünyayı inandırdı buna?!)
Ne ki, internete “7. Süvari Alayı” diye yazdığımda
dökülen kayıtlar bambaşka şeyler söylüyordu. İyi ki merak etmiştim filmin
tarihini.
Amerika’nın
yerli halkı Kızılderililer, beyaz adamın ellerinden birer birer aldığı
haklarına kavuşacakları inancıyla kendileri için kutsal bir tören olan “Hayalet
Dansı”nı yapıyorlardı 1890 yılının sonlarına yaklaştıklarında.
Evet,
Kristof Kolomb’un İspanya Kraliçesine yazdığı
mektupta:
“Yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus
bulunmadığına Majestelerin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar
seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep
gülümsüyorlar. Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve
onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.” diye
anlattığı o güzelim Kızılderililer…
Beyaz adam gelmiş ve topraklarını, akarsularını,
hayvanlarını ilh. her şeylerini tek tek söküp almıştı ellerinden. Tutunacakları
son dal “kutsal”ları kalmış, “Hayalet Dansı” yapıyorlardı işte.
Ve fakat Birleşik Devletler Savaş Bakanlığı,
Kızılderililerin umut dansını savaşa hazırlık olarak yorumlamış ve 7. Süvari
Alayı’nı Lakota Siyu’larının kamp bölgesine göndermişti. Tarihe Wounded Knee Katliamı
(Yaralı Diz Katliamı) olarak
geçen olay, Lakota Siyuları ile Birleşik Devletler arasındaki son büyük çatışmadır.
29 Aralık 1890’da gerçekleşen saldırıda, 62’si kadın ve çocuk en az 153
Kızılderili öldürülmüştür.
“General Nelson A. Miles tarafından Yerli İşleri
Komisyonu'na yazılan bir mektupta çatışma sonrasındaki olaylar katliam olarak nitelendirilmiştir.”
“1890'da
Wounded Knee'deki Siyu katliamı Kızılderili özgürlüğünün sembolik olarak sonu
oldu. Katliamı yaşayan Kara Geyik o gün bir başka şeyin daha öldüğünü söyler: "O zaman kaç
kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden
gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış
kadınları ve çocukları hâlâ o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o
çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü
görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada..."
Kara Geyik, 7. Süvari Alayı’nın Pine Ridge ve Rosebud
bölgelerinde yaşayan Lakota yerlilerinin sağ
kalanlarındandır.
***
Rosebud
mı?
Wikipedi’de
Wounded Knee Katliamını okurken sözcüğü yanlış görüp görmediğimi kontrol etmek
ihtiyacı duydum.
Yo
doğruydu, Rosebud bölgesinde yaşayan Lakota Siyularından bahsediliyordu.
***
Orson
Welles’in şaheser filmi Yurttaş Kane’de, filmin başkahramanı Charles Foster
Kane, o koca medya devi, ölürken tek bir sözcük bırakır geriye: “Rosebud”…
Genç
bir gazeteci, kimsenin anlamını ve ne olduğunu bilmediği bu sözcüğün peşine
düşer. Charles Foster Kane gibi güçlü, güçlü olduğu kadar nefret edilen ve
sonunda yalnız ölen bir adamın son sözcüğünü merak eder. Kane’i tanıyan kimse
de bilmemektedir Rosebud’un anlamını. Filmi izleyenler bilirler,
Rosebud, Kane’in çocukken sahip olduğu kızağının adıdır ve bir bankacıya
verilip evinden gönderilirken geride bıraktığı çocukluğudur.
Sinema tarihinde, “rosebud” sembolizmi üzerine pek çok şey
yazıldı. Hatta kimileri, Welles’in başkarakteri üzerine kurduğu ABD’li gazete
sahibi ve siyasetçi William Randolph
Hearst’ün karısının cinselliğine gönderme olduğunu, bu
yüzden Welles’in sinema çevrelerinden dışlandığını ileri sürerler.
Rosebud, kelime anlamı itibariyle “gül tomurcuğu” demektir ve bu da olsa
olsa kadın cinselliğine atıf olabilir diye düşünmüş olmalılar. Ya da…
***
Bense 7. Süvari Alayı’nın Wounded Knee katliamını okurken karşıma çıkan Rosebud’la
Welles arasında bambaşka bir bağ kurdum.
Orson Welles’in Yurttaş Kane’de prototip olarak
kullandığı medya devi William
Randolph Hearst, 1863
ila 1951 yılları arasında yaşamıştır. Wounded Knee katliamı yapıldığında babasının 1880'de San
Francisco'da siyasal nedenlerle satın aldığı zor durumdaki Examiner gazetesinin yönetimini
çoktan üstlenmişti.
Şimdi şunu sormak çok mu
ütopik olur:
Orson Welles gibi
eleştirel bir akıl, Rosebud Siyuları katledildiğinde bir gazetenin başında olan
William Randolph Hearst’ün kayıtsızlığını eleştirmek için infazcılarının
dahi katliam olarak nitelediği Lakota Siyularına, o “gül tomurcuğu” mazlumlara “rosebud”la
bir selam göndermiş olamaz mı?
Rosebud’ı böyle okumak çok mu
safdillik olur? Yoksa Amerikan Sinema Tarihi’nin Rosebud yerlilerinden hiç
haberi yok mudur? Dahası, olmasını istememişler midir? Rosebud’ın Lakota
Siyularına gönderme olması yerine William Randolph Hearst’ün karısının cinsel organı olması daha mı çok
hoşlarına gitmiştir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder