27 Temmuz 2016 Çarşamba

AÇLIK

Meteorolojiden gelen haberlere göre bu geceden itibaren yine kar bekleniyormuş İstanbul’da… Çok yoğun yağacakmış, uzmanlar gerekli tedbirleri almamız konusunda uyarıyorlar bizleri. Benim alabileceğim tek tedbir evden çıkmamak ama bu imkansız. Karda düşmemek için ne yaptıysam işe yaramadı. Her halükarda kayıp düşüyorum, şu halde çok da ısrara lüzum yok. Ayakkabılar sıcak tutsun, ayağım üşümesin yeter. Şimdi böyle de söyleyince çok havalı olacak ama bir yurtdışı seyahatinde Brüksel’den aldığım bot karlı kış günleri için biçilmiş kaftan! Ne ki, bir metre karın yağdığı memlekette, tam da kar botu olarak tasarlanmış ayakkabıyla ben yine kayıyorum. Problem ayakkabılarda değil, benim yürüyüşümde. Botlarım düşmemi engellemiyorsa da, ayaklarımı pek sıcak tutuyor. Yarın kar yağarsa yine onları giyeyim. Gırç gırç yürürüm karların üzerinde, çıkardıkları sesi dinlemek hoşuma gidiyor. Ben sesleri, ilginç, melodili, tınısı olan, hayır hayır rengi olan sesleri dinlemeyi hep çok severim. Sesin rengi nasıl olur diye sorsanız yanıtlayamam ama duyduğumda ayırt edebiliyorum. Fakülte son sınıfta Medeni Usul dersimize gelen profesörün ses rengi müthişti mesela, onu hiç unutmam. Hayır normal dördüncü sınıfta değil, uzattığım yıl alttan alıyordum ya dersi. Hah işte o yıl ders anlatan hoca! Hiçbir dersini kaçırmadım, koca anfiye herkesten önce girer, en ön sıradan yer kapmaya bakardım. Hocanın tatlı sesi nerede ne zaman volüm yükseltecek, ses ne zaman yumuşayacak, arada sanki notalar birbirine bağlanıyormuş gibi geçişler olacak, hepsini ezberlemiştim. O yıl Medeni Usulü iyi bir notla vermiştim. Bu hocanın başarısı değildi; çünkü ben derste, anlatılan konuları değil, sesi dinliyordum. Anfiden çıkınca dersle ilgili bir soru sorulsa tek kelime hatırlamazdım. Allah’tan soran olmadı. Son sınıftaydım, zaten okul bir yıl uzamıştı, artık bitirmem gerekiyordu, ben de cidden çalışıyordum. Öyle yani, öyle geçtim o dersi. Okul o yıl bitti.

(Bitti de ne oldu? Bir sürü yeni dert. Bizimkileri İstanbul’da staj yapmaya ikna etmem gerekiyordu. Bu hiç kolay olmadı. Neyse bir emrivakiyle kabul etmek zorunda kaldılar. Stajdan sonra da İstanbul’a yaşamaya devam etmek istediğimden, mesleğe devam edip etmemek konusundaki kararsızlığımdan, hızlı okuma kursunda okul bittikten sonra ne yapacaksınız diye soran ve İstanbul’da kalacağım cevabıma ne işin var bir başına burada git memleketine ailenin yanında ol diyen babam yaşındaki avukata bunları ben zaten bir yıldır düşünüyorum bana akıl yerine ileride ihtiyacım olursa yardım edin dediğimden henüz haberleri yoktu. -Yok canım bu kadar kaba söylememiştim elbette, gayet saygılı ve sofistike cümlelerle anlatmıştım derdimi. Ama yaşlı avukat uyanık çıktı, ne demeye çalıştığımı şıp diye anladı ve kurs sonuna kadar bir daha bana selam vermedi. Ben de intikamımı sonraki yıllarda ondan hiç yardım istemeyerek aldım. Ha-ha!- Aman olmasındı zaten, alıştıra alıştıra söylemek lazım. Onlar da haklıydı, anlamıyor değildim, her biri kendini ebeveyn yerine koyuyordu. Benden sorumluydular. Hoş, hep öyle olmuştu ama işte şimdi daha çok sorumluluk duyuyorlardı.)
Açlığa dayanıklıyımdır aslında. Hatta, öyle karnı acıkınca etrafta terör estiren, mızmızlanıp iki lokma yemeği zehir eden tiplerden oldum olası hoşlanmam. Ne var iki dakika beklesen, ölür müsün kardeşim! Yok illa herkesi teyakkuza geçirip kendi açlıklarını davul zurnayla duyuracaklar! Ay ne sevimsiz insanlar var şu hayatta. Misal ben öyle miyim? Değilim. Sofrayı bir başkası kuracaksa sessiz sedasız beklerim bir köşede. Nasılsa bir şeyler hazırlanacak, oturup yiyeceğiz.
Kendim hazırlayacaksam da öyle; nümayiş yapmam yani… Ben aslında hiçbir konuda nümayiş yapmam. Ne o öyle ilgi çekmeye çalışan küçük çocuklar gibi, değil mi efendim? Hiç mi bir şey yok evde, en kötü ihtimal, bir parça ekmeğe biraz karabiber-tuz serper yerim. Yerim yani. -Kendime not: edebi bir metinde bu kadar yani kullanılmaz. Yani mümkün mertebe hiç kullanılmamalıdır bir yazıda.  Sözcüğün sık kullanımı yazarın başarısızlığına, anlatacağı konuyu yeterince etkili anlatamadığına ve her seferinde yeni açıklamalara ihtiyaç duyduğuna işaret eder. Türkçe dersim fena değildi aslında ama demek bu konuyu eksik çalışmışım.-
Bir keresinde şöyle bir şey olmuştu, onu anlatayım size:
Olay yine fakülte son sınıftayken oldu. Hayır normal son sınıfta değil, uzattığım yıl vardı ya, hah işte onda! O yıl, ben yurtta kalmaya devam ettim, yakın arkadaşlarımdan dördü Karagümrük’te eve çıktılar. Vezneciler-Karagümrük arası kaç adımlık yol, haftanın üç günü bensiz bırakmadım arkadaşlarımı. Allah için söylemek gerek, hiçbiri bir tek gün kiraya katılmamı istemedi. Ben de ödemedim. Mutluyduk. Yine bir gün akşam otururken karnımız acıktı. Eh öğrenci evi, dolap boşalmış. Yahu açlık mesele değil, benim tansiyonum zaten düşüktür, acıkınca iyice düşüyor, gözlerim kararıyor, başım dönüyor. Derken bir parça ekmek buldum mutfakta, üzerine biraz karabiber-tuz serpip yemeye başladım. Evin en iştahsız ferdi olan arkadaşım A., sesimi takip ederek geldi yanıma, ay ne yiyorsun iştahla, nasıl canım çekti dedi. A.’nın herhangi bir yiyeceği canının çekmesi zaten nadir görülen bir durumdu, ekmek arası karabiber-tuza nasıl tepki vereceğini kestiremiyordum. Çaresiz sırrımı paylaştım. O kadar zevkle yiyordum ki, A., ben bugüne dek böyle bir lezzeti nasıl ıskalamışım pişmanlığıyla saldırdı ekmek sepetine. Sonuç onun açısından hüsrandı elbette… Ne varmış o kadar abartacak bir parça ekmekle baharatı? Olaya böyle yaklaştığı için tadını çıkaramadı bence. Bir de sanırım karabiber ve tuz oranını tam ayarlayamadı. A.’nın beğenmemiş olması hakikati değiştirmez, ben acıkınca bir parça ekmek, içine biraz karabiber-tuz serpip zevkle yerim yani. (Damn it! Yine yani dedim!)
Ay sus sus! Bugün Kartal Adliyesinde ne yaptım biliyor musunuz? Tam adı, İstanbul Anadolu Adliyesi Yerleşkesi… Tamam çok kötü tasarlanmış bir bina, bloklar arası geçişleri olabildiğince imkansız hale getirmek için özel uğraş sarfedilmiş gibi, o devasa binada mahkeme kalemleri yine daracık, iki kişi girse birbirine çarpmadan ilerleyemiyor ve daha bir sürü tasarım hatası falan ama ben o adliyeyi seviyorum. Edirne Yarı Açık Cezaevi’nin satış mağazası var yahu, daha ne olsun! Eksi katlardan birinde, vallahi eksi kaçıncı katta olduğunu bilmiyorum. Yerini bir kez öğrendim, ayaklarım hooop beni oraya götürüyor. Ben aslında, hemcinslerimin yüz karası olacak denli alışverişten nefret ederim. Evet kelimenin tam anlamıyla nefret… İhtiyaçtan ölmediğim sürece alışverişe çıkmam. Ama fabrika satış mağazalarına karşı bir zaafım vardır, bunun psikolojik kökenini bulacağım bir gün.

(Kimseyi yanıltmak istemem, mutfak alışverişi yapmak bu nefret kapsamının dışındadır efendim. Mutfak alışverişini severim. Bakın bunun psikolojik kökenini biliyorum işte… Kasaba irisi ilçemizde, çocukların hala güvenle sokağa salındığı, koş kasaptan bir kilo kemikli et al, çok yağlı vermesin, beğenmezse annem geri gönderecekmiş Duran amca de, denildiği günlere eriştim ben. Yedi sekiz yaşlarımdan itibaren evin bütün çarşı alışverişini de pekala yapardım. Biz çocukken, mahalle bakkalından alınmayan her şey “çarşı alışverişi” idi. Pirinci Çamlı Kahve’nin köşesindeki gözlüklü çilingirden, eti Rasim Ünal’ın –benim ilkokulum- karşısındaki Kasap Duran’dan, ekmeği Kabasakalların köşesindeki fırından alırdım. Annem sözünde sebat eder, beğenmediği eti geri gönderir, istediği biçimle değiştirtirdi.)
Hiçbir şey almayacak olsam dahi, fabrika satış mağazalarına girip dolaşmayı severim. Ne bileyim, sıcak, samimi, mütevazı, halden anlayan yerlerdir fabrika satış mağazaları.

(-Çocuğa alıyorum bak, bi’ yerinde bi’şeyi yok değil mi satıcı kardeş bunun? Valla oğlan beğenmezse perişan eder bizi.
-Abla bunu dışarıda bir mağazadan alsan iki katına satarlar, vallahi bak bizde yarı fiyatına, yok benim güzel ablam defosu falan yok, al bak eline istediğin gibi incele, defolu çıkarsa getir bize, kaçmıyoruz benim ablam…
-İyi madem, alıyorum.
-Defolu istersen daha ucuza, biraz ilerdeki reyonda ablacığım.
-Ay yok ayol! Defolu mu giyer zamane çocukları!)

AVM’lerin çalışılmış güleçliğine eklenen hanımefendi/beyefendi hitabı, fabrika satış mağazalarında benim güzel ablama dönüşüverir. Semt pazarı hüviyetindedir fabrika satış mağazaları. Tezgahın üzerine çıkıp bağıranı yoktur bir tek… Varsa da ben henüz görmedim.

Kartal Adliyesi’nde Edirne Yarı Açık Cezaevi’nin ürünleri satılıyor bir süredir. Mahkumların ürettiği ürünler. Vergiden muaf olduğu için fiş vermiyorlar ama olsun. Avukat hanım bunlar satış mağazası ürünleri, piyasadan oldukça ucuz. Deri kıyafetler, evrak çantaları, et sucuğu, kavurma kalıpları, seramik tabaklar, vazolar, süs eşyaları, nazar boncukları ne ararsan var. Şimdi bir de ayrıca market açtılar yanına… Bugün sabah erkenden gittim, işlerimin ilk postasını bitirip soluğu markette aldım. İçeride bir süre avare gezinip sonra diş macunu, yanmaz fırın poşeti ve en küçüğünden üçlü ton balığı aldım. Özenle evrak çantama yerleştirip çıktım. Ve tam marketin kapısından çıkarken iç sesim kahkahalarla gülüyordu bana. Öğleden sonra Savcı’ya ifade vermek üzere bir müvekkil gelecek, memur suçları savcısının karşısına çantanda ton balığıyla mı çıkacaksın a şaşkın?! Evet almıştım bir kez, zaten ağzına kadar dolu evrak çantam biraz daha şişmişti. Gerisi dert değil çantayı açıp kaparken ton balığı paketi görünürse vallahi rezil olurum. Diş macununu açıklamak kolay, sandeviç olsa tamam, birazdan acıkınca yeneceği varsayımı pek ala akla yatkındır. İyi de ton balığı ne oluyor? Fabrika satış mağazalarına zaafım var desem kim inanır? Üstelik market kısmında satılanlar her yerde bulunabilecek şeyler. İlla buradan almak gerekmiyor ki… Aldım.

Savcıya ifade kısmını da kazasız belasız atlattık. Ben ve çantamdaki nevalem ofise yorgun ama mutlu döndük.

Ofisin kapısından girerken hava kararmaya başlamıştı bile… Neyse korktuğum gibi olmadı, Köprü trafiği Bostancı’dan sonra açıktı. Günün son servisi olduğu için şoför de Çağlayan’a gitmek yerine Mecidiyeköy’de bıraktı hepimizi. Neredeyse apartmanın kapısında indim servisten. Kapıdan girerken midemde açlık sancısı, elim ayağımda halsizlik ve tabii her zaman olduğu gibi açlığın tetiklediği benim güzel migrenim. Biliyorum birazdan boynumdaki sertlik yukarı doğru tırmanıp başımın bir yarısını esir alacak yine. Bir kesmez iki ağrı kesici lazım. İyi de karaciğer zaten netameli bu kadar ilaç içmemeliyim. Yok geçmez bu baş ağrısı, giderek artar üstüne üstlük, havada birkaç gündür lodos da var. Oh evlere şenlik! Tabiatta olup biten her şeyden kendine pay çıkaran bir bünyem var.

Evrak çantamı boşaltmış, gelen tebligatları kontrol edip dosyalarına yerleştirmiş, yarının işlerini toparlamaya çalışırken başımdaki ağrı da biraz hafifledi nihayet. Ben farkında değilim ama bugünün mesaisi bitmiş. İyi akşamlar D. Hanım, ben çıkıyorum. Yarın Bursa notu var, şimdiden hatırlatayım dedim. Tamam canım, unutmadım. İyi akşamlar sana da.

(Neresinden nasıl başlayacağımı bilemediğim bir hikaye. Yıllardır kafamda gezdiriyorum onu da. Son günlerde geldi oturdu yine zihnimin orta yerine işte. Olduğu gibi, tüm gerçek isimlerle ve olaylarla mı anlatsam, yoksa isimleri değiştirip kurmacaya mı dönüştürsem?)
Hay Allah, ofiste bir gram ekmek yok. Çantamdaki ton balığı paketini hatırladım. Oh olsun sana iç ses, bana gülüyordun öyle mi? Bak nasıl işe yaradı şimdi ton balığı. İyi de ekmek yok. Aşağı inip almalıyım. Otobüs durağının yanındaki büyük market hala açıktır. Halk Ekmek’in tam buğdayından bir paket, bir kavanoz da salatalık turşusu aldım. Uzun uzun yazmışlar kavanozun üzerine ev turşusu tadında çubuk usulü salatalık turşusu… Kavanozun kapağı vakumlu yine, bilek gücümle hayatta açamam ben bunu. Kapağı bıçağın ucuyla hafif kanırttık mı pıt sesi gelecek şimdi, hah hava girdi içeriye, açılır artık. Açıldı. Mutfak masasında yemeyi sevmiyorum, toplantı masası çok büyük, çalışma masamın suyu mu çıktı, birkaç parça kağıt havluyla pekala sofra yaparım. Turşu kavanozundan mis gibi sirke ve sarımsak kokusu yayılıyor etrafa.

(Ah Güngör Teyze ne güzel kadındın sen! Bizi evlendirecektin öyle mi? Seni çılgın, davullarla zurnalarla demek hem de? Ben olsaydım, öyle olduğum gibi yazılmak ister miydim acaba bir başkasının gözünden? Ona sorsam ne derdi kim bilir? Ya da ben anlar mıydım onun dilinden? Ama işte çıkmıyor da zihnimden, ne yapsam bilmem. En iyisi ben bugün ne yaptığımı anlatayım. Belki geçer Güngör Teyzeyi anlatma isteği…)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder