AÇLIK
Meteorolojiden gelen haberlere göre
bu geceden itibaren yine kar bekleniyormuş İstanbul’da… Çok yoğun yağacakmış,
uzmanlar gerekli tedbirleri almamız konusunda uyarıyorlar bizleri. Benim
alabileceğim tek tedbir evden çıkmamak ama bu imkansız. Karda düşmemek için ne
yaptıysam işe yaramadı. Her halükarda kayıp düşüyorum, şu halde çok da ısrara
lüzum yok. Ayakkabılar sıcak tutsun, ayağım üşümesin yeter. Şimdi böyle de
söyleyince çok havalı olacak ama bir yurtdışı seyahatinde Brüksel’den aldığım
bot karlı kış günleri için biçilmiş kaftan! Ne ki, bir metre karın yağdığı
memlekette, tam da kar botu olarak tasarlanmış ayakkabıyla ben yine kayıyorum.
Problem ayakkabılarda değil, benim yürüyüşümde. Botlarım düşmemi
engellemiyorsa da, ayaklarımı pek sıcak tutuyor. Yarın kar yağarsa yine onları
giyeyim. Gırç gırç yürürüm karların üzerinde, çıkardıkları sesi dinlemek hoşuma
gidiyor. Ben sesleri, ilginç, melodili, tınısı olan, hayır hayır rengi olan
sesleri dinlemeyi hep çok severim. Sesin rengi nasıl olur diye sorsanız
yanıtlayamam ama duyduğumda ayırt edebiliyorum. Fakülte son sınıfta Medeni Usul
dersimize gelen profesörün ses rengi müthişti mesela, onu hiç unutmam. Hayır normal
dördüncü sınıfta değil, uzattığım yıl alttan alıyordum ya dersi. Hah işte o yıl
ders anlatan hoca! Hiçbir dersini kaçırmadım, koca anfiye herkesten önce girer,
en ön sıradan yer kapmaya bakardım. Hocanın tatlı sesi nerede ne zaman volüm
yükseltecek, ses ne zaman yumuşayacak, arada sanki notalar birbirine
bağlanıyormuş gibi geçişler olacak, hepsini ezberlemiştim. O yıl Medeni Usulü
iyi bir notla vermiştim. Bu hocanın başarısı değildi; çünkü ben derste,
anlatılan konuları değil, sesi dinliyordum. Anfiden çıkınca dersle ilgili bir
soru sorulsa tek kelime hatırlamazdım. Allah’tan soran olmadı. Son sınıftaydım,
zaten okul bir yıl uzamıştı, artık bitirmem gerekiyordu, ben de cidden çalışıyordum. Öyle yani, öyle geçtim o dersi. Okul o yıl bitti.
(Bitti de ne oldu? Bir sürü yeni dert. Bizimkileri İstanbul’da staj
yapmaya ikna etmem gerekiyordu. Bu hiç kolay olmadı. Neyse bir emrivakiyle
kabul etmek zorunda kaldılar. Stajdan sonra da İstanbul’a yaşamaya devam etmek
istediğimden, mesleğe devam edip etmemek konusundaki kararsızlığımdan, hızlı okuma kursunda okul bittikten sonra ne
yapacaksınız diye soran ve İstanbul’da kalacağım cevabıma ne işin var bir
başına burada git memleketine ailenin yanında ol diyen babam yaşındaki avukata
bunları ben zaten bir yıldır düşünüyorum bana akıl yerine ileride ihtiyacım
olursa yardım edin dediğimden henüz haberleri yoktu. -Yok canım bu kadar kaba
söylememiştim elbette, gayet saygılı ve sofistike cümlelerle anlatmıştım
derdimi. Ama yaşlı avukat uyanık çıktı, ne demeye çalıştığımı şıp diye anladı
ve kurs sonuna kadar bir daha bana selam vermedi. Ben de intikamımı sonraki
yıllarda ondan hiç yardım istemeyerek aldım. Ha-ha!- Aman olmasındı zaten, alıştıra
alıştıra söylemek lazım. Onlar da haklıydı, anlamıyor değildim, her biri
kendini ebeveyn yerine koyuyordu. Benden sorumluydular. Hoş, hep öyle olmuştu
ama işte şimdi daha çok sorumluluk duyuyorlardı.)
Açlığa dayanıklıyımdır aslında.
Hatta, öyle karnı acıkınca etrafta terör estiren, mızmızlanıp iki lokma yemeği
zehir eden tiplerden oldum olası hoşlanmam. Ne var iki dakika beklesen, ölür
müsün kardeşim! Yok illa herkesi teyakkuza geçirip kendi açlıklarını davul
zurnayla duyuracaklar! Ay ne sevimsiz insanlar var şu hayatta. Misal ben öyle
miyim? Değilim. Sofrayı bir başkası kuracaksa sessiz sedasız beklerim bir
köşede. Nasılsa bir şeyler hazırlanacak, oturup yiyeceğiz.
Kendim hazırlayacaksam da öyle;
nümayiş yapmam yani… Ben aslında hiçbir konuda nümayiş yapmam. Ne o öyle ilgi
çekmeye çalışan küçük çocuklar gibi, değil mi efendim? Hiç mi bir şey yok evde,
en kötü ihtimal, bir parça ekmeğe biraz karabiber-tuz serper yerim. Yerim yani.
-Kendime not: edebi bir metinde bu kadar yani
kullanılmaz. Yani mümkün mertebe hiç
kullanılmamalıdır bir yazıda. Sözcüğün
sık kullanımı yazarın başarısızlığına, anlatacağı konuyu yeterince etkili
anlatamadığına ve her seferinde yeni açıklamalara ihtiyaç duyduğuna işaret
eder. Türkçe dersim fena değildi aslında ama demek bu konuyu eksik çalışmışım.-
Bir keresinde şöyle bir şey olmuştu, onu
anlatayım size:
Olay yine fakülte son sınıftayken
oldu. Hayır normal son sınıfta değil, uzattığım yıl vardı ya, hah işte onda! O
yıl, ben yurtta kalmaya devam ettim, yakın arkadaşlarımdan dördü Karagümrük’te
eve çıktılar. Vezneciler-Karagümrük arası kaç adımlık yol, haftanın üç günü
bensiz bırakmadım arkadaşlarımı. Allah için söylemek gerek, hiçbiri bir tek gün
kiraya katılmamı istemedi. Ben de ödemedim. Mutluyduk. Yine bir gün akşam
otururken karnımız acıktı. Eh öğrenci evi, dolap boşalmış. Yahu açlık mesele
değil, benim tansiyonum zaten düşüktür, acıkınca iyice düşüyor, gözlerim
kararıyor, başım dönüyor. Derken bir parça ekmek buldum mutfakta, üzerine biraz
karabiber-tuz serpip yemeye başladım. Evin en iştahsız ferdi olan arkadaşım A.,
sesimi takip ederek geldi yanıma, ay ne yiyorsun iştahla, nasıl canım çekti dedi.
A.’nın herhangi bir yiyeceği canının çekmesi zaten nadir görülen bir durumdu,
ekmek arası karabiber-tuza nasıl tepki vereceğini kestiremiyordum. Çaresiz
sırrımı paylaştım. O kadar zevkle yiyordum ki, A., ben bugüne dek böyle bir
lezzeti nasıl ıskalamışım pişmanlığıyla saldırdı ekmek sepetine. Sonuç onun
açısından hüsrandı elbette… Ne varmış o kadar abartacak bir parça ekmekle
baharatı? Olaya böyle yaklaştığı için tadını çıkaramadı bence. Bir de sanırım karabiber
ve tuz oranını tam ayarlayamadı. A.’nın beğenmemiş olması hakikati değiştirmez,
ben acıkınca bir parça ekmek, içine biraz karabiber-tuz serpip zevkle yerim
yani. (Damn it! Yine yani dedim!)
Ay sus sus! Bugün Kartal Adliyesinde
ne yaptım biliyor musunuz? Tam adı, İstanbul Anadolu Adliyesi Yerleşkesi… Tamam
çok kötü tasarlanmış bir bina, bloklar arası geçişleri olabildiğince imkansız
hale getirmek için özel uğraş sarfedilmiş gibi, o devasa binada mahkeme
kalemleri yine daracık, iki kişi girse birbirine çarpmadan ilerleyemiyor ve
daha bir sürü tasarım hatası falan ama ben o adliyeyi seviyorum. Edirne Yarı
Açık Cezaevi’nin satış mağazası var yahu, daha ne olsun! Eksi katlardan
birinde, vallahi eksi kaçıncı katta olduğunu bilmiyorum. Yerini bir kez
öğrendim, ayaklarım hooop beni oraya götürüyor. Ben aslında, hemcinslerimin yüz
karası olacak denli alışverişten nefret ederim. Evet kelimenin tam anlamıyla nefret… İhtiyaçtan ölmediğim sürece
alışverişe çıkmam. Ama fabrika satış mağazalarına karşı bir zaafım vardır,
bunun psikolojik kökenini bulacağım bir gün.
(Kimseyi yanıltmak istemem, mutfak alışverişi yapmak bu nefret kapsamının
dışındadır efendim. Mutfak alışverişini severim. Bakın bunun psikolojik
kökenini biliyorum işte… Kasaba irisi ilçemizde, çocukların hala güvenle sokağa
salındığı, koş kasaptan bir kilo kemikli et al, çok yağlı vermesin, beğenmezse
annem geri gönderecekmiş Duran amca de, denildiği günlere eriştim ben. Yedi
sekiz yaşlarımdan itibaren evin bütün çarşı alışverişini de pekala yapardım. Biz
çocukken, mahalle bakkalından alınmayan her şey “çarşı alışverişi” idi. Pirinci
Çamlı Kahve’nin köşesindeki gözlüklü çilingirden, eti Rasim Ünal’ın –benim
ilkokulum- karşısındaki Kasap Duran’dan, ekmeği Kabasakalların köşesindeki
fırından alırdım. Annem sözünde sebat eder, beğenmediği eti geri gönderir, istediği
biçimle değiştirtirdi.)
Hiçbir şey almayacak olsam dahi,
fabrika satış mağazalarına girip dolaşmayı severim. Ne bileyim, sıcak, samimi,
mütevazı, halden anlayan yerlerdir fabrika satış mağazaları.
(-Çocuğa alıyorum bak, bi’ yerinde bi’şeyi yok değil mi satıcı kardeş
bunun? Valla oğlan beğenmezse perişan eder bizi.
-Abla bunu dışarıda bir mağazadan alsan iki katına satarlar, vallahi bak
bizde yarı fiyatına, yok benim güzel ablam defosu falan yok, al bak eline
istediğin gibi incele, defolu çıkarsa getir bize, kaçmıyoruz benim ablam…
-İyi madem, alıyorum.
-Defolu istersen daha ucuza, biraz ilerdeki reyonda ablacığım.
-Ay yok ayol! Defolu mu giyer zamane çocukları!)
AVM’lerin çalışılmış güleçliğine eklenen
hanımefendi/beyefendi hitabı, fabrika satış mağazalarında benim güzel ablama
dönüşüverir. Semt pazarı hüviyetindedir fabrika satış mağazaları. Tezgahın
üzerine çıkıp bağıranı yoktur bir tek… Varsa da ben henüz görmedim.
Kartal Adliyesi’nde Edirne Yarı Açık
Cezaevi’nin ürünleri satılıyor bir süredir. Mahkumların ürettiği ürünler.
Vergiden muaf olduğu için fiş vermiyorlar ama olsun. Avukat hanım bunlar satış
mağazası ürünleri, piyasadan oldukça ucuz. Deri kıyafetler, evrak çantaları, et
sucuğu, kavurma kalıpları, seramik tabaklar, vazolar, süs eşyaları, nazar
boncukları ne ararsan var. Şimdi bir de ayrıca market açtılar yanına… Bugün
sabah erkenden gittim, işlerimin ilk postasını bitirip soluğu markette aldım.
İçeride bir süre avare gezinip sonra diş macunu, yanmaz fırın poşeti ve en
küçüğünden üçlü ton balığı aldım. Özenle evrak çantama yerleştirip çıktım. Ve
tam marketin kapısından çıkarken iç sesim kahkahalarla gülüyordu bana. Öğleden
sonra Savcı’ya ifade vermek üzere bir müvekkil gelecek, memur suçları
savcısının karşısına çantanda ton balığıyla mı çıkacaksın a şaşkın?! Evet
almıştım bir kez, zaten ağzına kadar dolu evrak çantam biraz daha şişmişti.
Gerisi dert değil çantayı açıp kaparken ton balığı paketi görünürse vallahi
rezil olurum. Diş macununu açıklamak kolay, sandeviç olsa tamam, birazdan
acıkınca yeneceği varsayımı pek ala akla yatkındır. İyi de ton balığı ne
oluyor? Fabrika satış mağazalarına zaafım var desem kim inanır? Üstelik market
kısmında satılanlar her yerde bulunabilecek şeyler. İlla buradan almak
gerekmiyor ki… Aldım.
Savcıya ifade kısmını da kazasız
belasız atlattık. Ben ve çantamdaki nevalem ofise yorgun ama mutlu döndük.
Ofisin kapısından girerken hava
kararmaya başlamıştı bile… Neyse korktuğum gibi olmadı, Köprü trafiği
Bostancı’dan sonra açıktı. Günün son servisi olduğu için şoför de Çağlayan’a
gitmek yerine Mecidiyeköy’de bıraktı hepimizi. Neredeyse apartmanın kapısında
indim servisten. Kapıdan girerken midemde açlık sancısı, elim ayağımda
halsizlik ve tabii her zaman olduğu gibi açlığın tetiklediği benim güzel
migrenim. Biliyorum birazdan boynumdaki sertlik yukarı doğru tırmanıp başımın
bir yarısını esir alacak yine. Bir kesmez iki ağrı kesici lazım. İyi de
karaciğer zaten netameli bu kadar ilaç içmemeliyim. Yok geçmez bu baş ağrısı,
giderek artar üstüne üstlük, havada birkaç gündür lodos da var. Oh evlere
şenlik! Tabiatta olup biten her şeyden kendine pay çıkaran bir bünyem var.
Evrak çantamı boşaltmış, gelen
tebligatları kontrol edip dosyalarına yerleştirmiş, yarının işlerini
toparlamaya çalışırken başımdaki ağrı da biraz hafifledi nihayet. Ben farkında
değilim ama bugünün mesaisi bitmiş. İyi akşamlar D. Hanım, ben çıkıyorum. Yarın
Bursa notu var, şimdiden hatırlatayım dedim. Tamam canım, unutmadım. İyi
akşamlar sana da.
(Neresinden nasıl başlayacağımı bilemediğim bir hikaye. Yıllardır kafamda
gezdiriyorum onu da. Son günlerde geldi oturdu yine zihnimin orta yerine işte.
Olduğu gibi, tüm gerçek isimlerle ve olaylarla mı anlatsam, yoksa isimleri
değiştirip kurmacaya mı dönüştürsem?)
Hay Allah, ofiste bir gram ekmek yok.
Çantamdaki ton balığı paketini hatırladım. Oh olsun sana iç ses, bana
gülüyordun öyle mi? Bak nasıl işe yaradı şimdi ton balığı. İyi de ekmek yok.
Aşağı inip almalıyım. Otobüs durağının yanındaki büyük market hala açıktır. Halk
Ekmek’in tam buğdayından bir paket, bir kavanoz da salatalık turşusu aldım.
Uzun uzun yazmışlar kavanozun üzerine ev
turşusu tadında çubuk usulü salatalık turşusu… Kavanozun kapağı vakumlu
yine, bilek gücümle hayatta açamam ben bunu. Kapağı bıçağın ucuyla hafif
kanırttık mı pıt sesi gelecek şimdi, hah hava girdi içeriye, açılır artık.
Açıldı. Mutfak masasında yemeyi sevmiyorum, toplantı masası çok büyük, çalışma
masamın suyu mu çıktı, birkaç parça kağıt havluyla pekala sofra yaparım. Turşu
kavanozundan mis gibi sirke ve sarımsak kokusu yayılıyor etrafa.
(Ah Güngör Teyze ne güzel kadındın sen! Bizi evlendirecektin öyle mi?
Seni çılgın, davullarla zurnalarla demek hem de? Ben olsaydım, öyle olduğum
gibi yazılmak ister miydim acaba bir başkasının gözünden? Ona sorsam ne derdi
kim bilir? Ya da ben anlar mıydım onun dilinden? Ama işte çıkmıyor da
zihnimden, ne yapsam bilmem. En iyisi ben bugün ne yaptığımı anlatayım. Belki
geçer Güngör Teyzeyi anlatma isteği…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder